Perşembe, Ağustos 31, 2006

Kayda Düşenler

Buradaki yazıların ilk bölümünü Cuma İncileri 2005 olarak genellikle Cuma günleri yayınlamıştım. 2006 tarihli yazılar anonim kalmak isteyen bir öğrencime ait, tarih sırası ile aşağıda listeledim.
__MAE

İndiriliş ve Yükseliş Vahiy bir indiriliş sürecidir. Allah'ın kelimeleri önemli ve güçlü bir meleğe yüklenerek insana doğru, dünyaya ... Ağustos 2006

"Evvel sen de yücelerden uçardın Şimdi enginlere indin mi, gönül Derya, deniz, dağ, taş demez ..." Ağustos 2006

Toprağı nasıl görürüm? O'nun ayetlerindendir Sen toprağı boynu bükük görürsün ... Mayıs 2006

Ekinler ve ekinciler Fetih suresinin son ayeti, o kadar yoğun anlamlar içeriyor ki, her cümlesi ayrı bir konu. Bu kez dikkatlerimize, o ... Nisan 2006

Susayan onu su zanneder! Kitab'ımızdan öğreniyoruz ki, rûz-ı mahşer olup da, tüm insanlar hesaba çekildiğinde enteresan sahneler canlanacak. ... Nisan 2006

Karanlık ve Şimşekler Bakara suresindeki misallerden biri, müminlere rastlayınca "Biz de iman ettik" deyip, onlardan ayrılınca, "Biz ille de o... Nisan 2006

Taşlar ve Kalpler "Sonra, bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, ... Nisan 2006

İpliğini Bozup Çözen Nahl suresinde enteresan bir temsil geçer. Benzeyen, gücü çoğaldığı için haksız yere ... Mart 2006

Rahman'ın kullarından olmak Bugün sabah namazında Furkan Suresinin sonu okundu. Ne kadar etkili ayetler, ne kadar düşündürücü ... Mart 2006

"Beni örtün, beni örtün!" Müddessir ve Müzzemmil sureleri çok benzer iki hitapla başlıyor: "Ey örtüsüne bürünen!" ve "Ey örtünen!"... Şubat 2006

Nasıl hüküm veriyorsunuz? Tefsirlerde nakledildiğine göre zengin, refah içinde yaşayan müşrikler, müminlere karşı şöyle bir akıl ... Ocak 2006

Nun, Kalem ve Satırlar Kalem suresi ilk inen surelerden. Hatta bir rivayete göre 'Alâk suresinden sonra ikinci. Enteresan olan nokta ise, ilk suredeki "Oku" emrinin ardından bu surede dikkatimizin kaleme çekilmesi... Rabbimiz şöyle ... Ocak 2006


Pazar, Ağustos 20, 2006

İndiriliş ve Yükseliş

Vahiy bir indiriliş sürecidir. Allah'ın kelimeleri önemli ve güçlü bir meleğe yüklenerek insana doğru, dünyaya indirilmiş. Necm suresinin ilk 12 ayetinde vahiy süreci anlatılıyor.

1. ven-necmi izâ hevâ
Batan yıldıza and olsun ki,
2. mâ dalle sâhibukum vemâ gavâ
arkadaşınız sapmamış ve azmamıştır.
3. vemâ yentiqu 'anil-hevâ
O, keyfinden konuşmaz,
4. in huve illâ vahyun yûhâ
ancak indirilen bir vahiydir.

Bu surenin çarpıcı melodisi, ayetlerin sonundaki kısacık
kelimelerden kaynaklanıyor:
hevâ: (f) battı, kaydı, düştü
gavâ: azdı
hevâ: (i) istek (Hevâ Nedir?)
yûhâ: vahyedildi

5. 'allemehû şedîdul-quvâ
Ona, çetin kuvvetlere sahip olan öğretti,
6. zû mirretin festevâ
akıllı ve güçlüdür; birden doğruldu,
7. vehuve bil-ufuqil-a'lâ
en yüksek ufukta iken.

quvâ: kuvvetler
festevâ: doğruldu
a'lâ: en yüksek
Burada söz konusu olan güçlü öğretmen, elbette Cebrail.
Öğretilen ne? Elbette Kuran, vahiy yolu ile öğretildi.

8. summe denâ fetedellâ
Sonra yaklaştı ve sarktı,
9. fekâne qâbe qavseyni ev ednâ
iki yay aralığı kadar belki daha yakın oldu.
10. feevhâ ilâ 'abdihî mâ evhâ
(Allah) kuluna vahyedeceğini etti.

denâ: yaklaştı, alçaldı
tedellâ: sarktı
ednâ: daha yakın
evhâ: vahyetti
Muhteşem bir meleğin seçilmiş bir insana yaklaşması.
Cebrail hakiki suretinde göründüğü için, dehşet verici.
"Beni örtün, beni örtün!" dedirtiyor.

11. mâ kezebel-fuâdu mâ reâ
Gözün gördüğünü gönlü yalanlamadı.
12. efetumârûnehû 'alâ mâ yerâ
Gördüğü şey hakkında tartışır mısınız?

reâ: gördü
yerâ: görür

Surenin bundan sonraki 6 ayetinde de mi'râc anlatılıyor, ama anlamak ne mümkün, ancak hissedilir. Çünkü mi'râc, özel bir kulun Rabbine yükselişidir.

mi'râc: yükselecek yer, Allah'ın elçisinin muhteşem yükselişi
(zaman ve mekan olarak bu dünyanın dışında)

13. veleqad reâhu nezleten uhrâ
Onu (Cebrail'i) bir inişinde daha gördü.
14. 'inde sidretil-muntehâ
Sidretul-munteha'da
15. 'indehâ cennetul-me-vâ
Orada Meva cenneti var.

uhrâ: başka
sidretul-muntehâ: sınır ağacı
me-vâ: bahçenin özel ismi

16. iz yagşes-sidrete mâ yagşâ
Sidre'yi bürüyen bürüyordu.
17. mâ zâgal-basaru vemâ tagâ
Gözü ne oradan kaydı, ne de onu aştı.
18. leqad reâ min âyâti rabbihil-kubrâ
Rabbinin büyük ayetlerini kesinlikle gördü

yagşâ: bürüdü, sardı
tagâ: haddi aştı
kubrâ: büyük

Bu ayetler neydi? Bizim iman esasları olarak görmeden
inandığımız varlıklar: Melekler, Elçiler, Cennet, Cehennem...
Allah'ın elçisi (salat ve selam onun), Cebrail'i hakiki suretinde
iki kere görmüş: Biri ilk vahiy gelişinde, diğeri Mirac gecesinde.

mâ kelimesinin iki anlamı
Bu 18 ayet içinde, mâ kelimesi tam 10 defa kullanılmış, iki ayrı anlamı var. Birinci anlamı, fiili olumsuz yapmak:
mâ dalle: sapmadı
mâ gavâ: azmadı
mâ yentiqu: konuşmaz
mâ kezebe: yalanlamadı
mâ zâga: kaymadı
mâ tagâ: aşmadı

Diğer anlamı da, fiilden isim yapmak:
mâ evhâ: vahyettiği
mâ reâ: görmüş olduğu
mâ yerâ: görmekte olduğu
mâ yagşâ: bürüyen

isrâ: gece yolculuğu, hicretten kısa bir zaman önce, Allah'ın
elçisinin Mekke-Kudüs arasında birkaç saatlik yolculuğu
(zaman ve mekan olarak bu dünyada)

İsra suresinin ilk ayeti de bu mucizeyi anlatıyor:
17:1 subhânellezî esrâ bi'abdihî leylen
Kulunu bir gece ... götürenin şanı yücedir
...
linuriyehû min âyâtinâ
ona ayetlerimizi göstermek için

Götüren kim? Allah, çünkü tesbih sözü ancak O'na layık.
Giden kim? O'nun özel bir kulu. Kul olarak çağırılmış.
Neden? "Ayetlerimizi göstermek için"

Oradan getirdiği namaz hediyesi ile aynı yükseliş imkanını bizlere sunmuş, daha ne isteriz... En güzel yükselişler hepimizin olsun. Mirac gecemiz hakiki bir merdiven basamağı olsun.

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

"Evvel sen de yücelerden uçardın"


Evvel sen de yücelerden uçardın
Şimdi enginlere indin mi, gönül
Derya, deniz, dağ, taş demez geçerdin
Karada menzilin aldın mı, gönül

Yaşamak umut etmekle birebir alâkalı bir şey. İçimize kodlanmış fıtrî bir bilgi gibi olmalı ki bu, bebek elleri sıkı sıkı kavrıyor oyuncakları, ya da ağzına götürüyor bulduğu tatlı tatsız ne varsa, herşeyi...

Çoğu kez her kavrayış, çabucak bir bırakışla son buluyor. Belki dikkatleri çekecek bambaşka bir şey buluyor, bırakıyor. Belki bir türlü erişemiyor, ulaşamıyor, kavuşamıyor, bırakıyor. Belki tüketiyor da bırakıyor. Çünkü,

innel-insâne huliqa helû'â
70:19 Şüphesiz insan, çok hırslı ve sabırsız yaratılmıştır
izâ messehuş-şerru cezû'â
70:20 ona şer dokunduğunda sızlanıcıdır
veizâ messehul-hayru menû'â
70:21 hayır dokunduğu zaman da cimridir

İşte ilk başlarda pek bir yücelerde geziniyor gönül. Amma ve lâkin imtihan dünyası burası... Ulaşamamak, ulaşmaktan daha olası... Erişememek, erişmekten daha terbiye edici...

Yiğitliğin elden gitti yel gibi
Damağımda tadı kaldı bal gibi
Hoyrat eli değmiş goncagül gibi
Bozulmuş bağlara döndün mü, gönül

Sanmamalı ki, "yiğitliğin gidişi" bir tek yaşlılık ile... Nerde... Evet, yaşlılık da yiğitliğin bir çeşit gidişi ama bu öyle birşey ki, ondan evvel de defalarca gidiyor. Gönül yücelerden uçtukça, gitmeye de mahkum. Çünkü dünyada yıkılmayacak tek yer dümdüz olmuş virâneler. Niye yıkılıyor herşey, neler oluyor, dersek... Herbirinin görünen sebebi o nâzenin goncagüllerin yapraklarını dağıtan hoyrat eller. Ama herbirinin ardından yine biliyoruz ki, "cümle işler Hâlik'indir, kul eliyle işlenir". Hoyrat eller kendi imtihan sonuçlarına yansınlar, bu onlara yeter:

yevme lâ yugnî mevlen 'an mevlen şey-en
44:41 o gün bir dostun bir dosta hiç faydası olmaz
velâ hum yunsarûn
ve onlar yardım olunmazlar

Şu denî dünyada gönül yeterince şanslıysa, menzilini o yana döndürüyor. Bilmediği cenneti istiyor. Hayal bile edemiyor ama olsun. Seziyor.

Hasta oldun yatağını istersin
Kadir Mevlâm sağlığını göstersin
Cennet-i âlâdan bir köşk dilersin
Boynunun farzını kıldın mı, gönül

Dünya nasıl?

leqad halaqnel-insâne fî kebed
90:4 İnsanı gerçekten bir meşakkat içinde yarattık.

Ve dahi gönle ne sürûr veriyor?

feveqâhumullâhu şerra zâlikel-yevmi
76:11 Allah da, o günün şerrinden onları korur
veleqqâhum nadraten vesurûrâ
ve bir parlaklık ve sevince kavuşturur.

Karacaoğlan der ki, söyle sözünü
Hakka teslim eyle kendi özünü
El içinde karalama yüzünü
Yolun doğrusunu buldun mu, gönül

Daha söylenecek söz kalmıyor:

fesebbih bihamdi rabbike vestagfirhu
110:3 Artık Rabbine hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile!

Vesselam.

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

Toprağı nasıl görürüm?

41:39 vemin âyâtihî
O'nun ayetlerindendir
enneke terel-arda hâşi'aten
Sen toprağı boynu bükük görürsün
feizâ enzelnâ 'aleyhel-mâe
onun üzerine su indirdiğimiz zaman
(i)htezzet verebet
titrer ve büyür.
Şüphesiz ona can veren, elbette ölülere de hayat verir.
Gerçekten O, her şeye kadirdir.


Birkaç yönlü anlamlar sezinliyor insan, bu kerîm âyetten... Öncelikle Cenab-ı Hak'kın ölüleri nasıl dirilteceği insanın aklına yakınlaşsın diye, "kupkuru topraktan su ile yeşeren hayat" misâli veriliyor. Görebilen gözlere nice ibret taşıyor, bu teşbih.

İkincisi, toprak için kullanılan "boynu bükük" sıfatı enteresan. Demek, boynu bükülen sadece insanoğlu değilmiş. Toprağın boynunun bükülmesi neden peki? Susuzluktan. Su inmezse üstüne, elinden ne gelsin? Bir başına ne yapsın? Su inecek ki, ondan elvan elvan çiçekler yetişsin, taptaze sürgünler uzansın, bereketli ekinler yeşersin. Su inecek ki, yeryüzü coşsun. Herşey O'nun takdirinde. Buradan alacağımız bir ders de belki şu: Hiçbir şey olamıyorsak, bari toprak gibi olalım da, O'nun rahmetini tevazu ile, umut ile her daim bekleyelim.

Ayrıca, sadece "boynu bükük" sıfatı değil, "titreyip büyümek" fiili ile de toprağın insana benzetildiğine dikkat edelim.

"Toprak" denyince Aşık Veysel'i unutmadan geçmemeli:

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır.

Perşembe, Nisan 27, 2006

Ekinler ve ekinciler

Fetih suresinin son ayeti, o kadar yoğun anlamlar içeriyor ki, her cümlesi ayrı bir konu. Bu kez dikkatlerimize, o ayetin bir parçası olan bir benzetmeyi getirmek istiyorum. Müminlerin İncil'de geçen tasvirleri:

48:29 kezer'in
ekine benzer
ahrace şat-ehû
filizlerini çıkarmış
feâzerahû
sonra kuvvetlendirmiştir
festaglezâ
sonra kalınlaşmış
festevâ âlâ sûqihî
sonra gövdesi üzerine dikilmiş
yu'cibuz-zurrâ'a
ekincilerin hoşuna gider
liyegîza bihimul-kuffâr
kâfirleri öfkelendirir

Biz şehir çocukları ekinleri herhalde en çok güneşli güzel günlerde görmüşüzdür. Altın sarısı başaklar sıcacık selam verirler fotoğraf karelerinden ya da otobüs pencerelerinden, hatta yeterince şanslıysak tarlalardan. Dolu dolu, bereketli tarlalar yüzümüze gülümser. Hem kültürümüz ekinden epey şey öğretir bize, değil mi ki, "Boş başak dik durur".

Elbette, hayat o ekinler için hep bu kadar parlak değildir. Hikâyeleri toprağa düşmekle başlar. Üstlerinden yağmurlar geçer, karlar kalkar. Rüzgâr her zaman öyle usulca esmez. Ama bunlar hep ekinleri güçlendiren, olduran şeylerdir. Gereklidirler. İçi en son tanelerle dolunca da, artık ekincisini hayretli sevinçlere sevkeder.

Pirimiz Yunus bir başka yönünü demiş, ne güzel söylemiş:
Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi

Ekinci bin tohum atsa, bunların sadece on tanesi başak verse zarar mı? Herbiri yedi yüz tane verse, yedi kat kâr etmiş olur.
Çürüyen, gelişmeyen dokuz yüz doksana acıyalım mı?
Dünyanın kuralı böyle işte, azı biter, çoğu yiter.

Biz başak verme gayretinde olmalıyız.

Çarşamba, Nisan 19, 2006

Susayan onu su zanneder!

Kitab'ımızdan öğreniyoruz ki, rûz-ı mahşer olup da, tüm insanlar hesaba çekildiğinde enteresan sahneler canlanacak. Orada artık dünya sahnesinin aktörleri değiliz. O gün hesap zamanı. Ameller o günde getirilip karşımıza çıkarılacak; biz istesek de, istemesek de. İman olmadan işlenen ameller serap gibi olacak. O seraplar ki, "susayan onu su zanneder" ama beyhûde:

vellezîne keferû a'mâluhum keserâbin biqî'atin
24:39. İnkâr edenlerin ameli çöldeki serap gibidir

yahsebuhuz-zam-ânu mâen
susayan onu su zanneder

hattâ izâ câehû
nihayet onun yanına vardığı zaman

lem yecidhu şey-en
hiçbir şey bulamaz

vevecedallâhe 'indehû feveffâhu hisâbehû
ve yanında Allah'ı bulur, O da hesabını görüverir

vallâhu serî'ul-hisâb
Allah çok çabuk hesap görendir

Çarşamba, Nisan 12, 2006

Karanlık ve Şimşekler

Bakara suresindeki misallerden biri, müminlere rastlayınca "Biz de iman ettik" deyip, onlardan ayrılınca, "Biz ille de o sefîh kimselerin inandığı gibi mi iman edelim?" deyip, alay eden kimselere dair. Bu kimseler içiyle dışı farklı olan, sözünde samimi olmayan, hidayete karşılık dalaleti tercih etmiş kimseler.

Onlara dair ilk benzetme şöyle:

2:17-18. Onların durumu,
bir ateş tutuşturmak isteyen kimse gibidir ki,
o çevresindekileri aydınlatınca (faydalanmadılar),
Allah da onların ışığını giderip, kendilerini karanlıklar içinde,
görmez olarak bıraktı.


2:18. (Onlar) sağır, dilsiz ve kördürler.
Artık onlar dönemezler.


Karanlıklar içinde başını uzatacak gibi olan ama gücü olmayıp, sönüveren cılız bir ateş yakmaya çalışanın hâli gibi. Bir ışık var, çünkü söylemlerinde bazen doğrudan yana gibi duruyorlar. Ama hâlleri hemen karanlığa çevriliveriyor, çünkü kalpleri iman ışığıyla aydınlanmış değil.

Hemen peşinden ikinci temsil geliyor. Etkili ve ürkütücü bir dış tasvirle başlayıp, çarpıcı bir benzetmeyle son bulan iki ayet:

2:19-20. Yahut, yoğun karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek(ler) içinde
gökten boşalan şiddetli bir yağmur(a tutulmuş kimsenin hali) gibidir.
Onlar, yıldırımlardan ölmek korkusuyla
parmaklarını kulaklarına tıkarlar.
Oysa Allah, kafirleri çepeçevre kuşatmıştır.

O şimşek, neredeyse gözlerini kapıp alıverecek.
Onlara aydınlık verince ışığında yürürler,
karanlık tekrar basınca da dikilip kalırlar.
Allah dileseydi elbette onların işitmelerini ve görmelerini de giderirdi.
Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.


Bu kez ateş yakmaya çalışan bir insan yok. Gecenin zifiri karanlığında şimşeğin ışığında yolunu arayan bir insan var. Bir yandan yıldırımdan alabildiğine korkuyor. Şaşkın ve âciz. İşin ilginci ara ara o ışığı görebiliyor. Elbette, Allah dileseydi, onu da göremezdi. Ama o görmesinin yolunu bulmasına hiç faydası yok. Şimşek geçtiği anda her yer karanlık.

Allah ışığımızı daim kılsın.

Çarşamba, Nisan 05, 2006

Taşlar ve Kalpler


"Sonra, bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı;
taş gibi,
belki de ondan daha katı.

Çünkü taşlardan öylesi var ki,
içinden nehirler fışkırır;
öylesi de vardır ki,
çatlar da ondan su çıkar;
yine öylesi vardır ki,
Allah korkusundan yuvarlanırlar.

Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir."
(2:74)


Kalp ne ilginç bir şey. O iyi oldu mu, bütün ameller, hâller, varışlar iyi, o kötü oldu mu da, herşey kötü... Kalpler kötüleştikçe taşlaşıyor. Duyarsızlaşıyor. Hatta taştan daha katı oluyor. Hiç değilse, öyle taşlar vardır ki, içlerinden nehirler çıkar.

İnsanın kalbinin safiyetini korumaya sürekli özen göstermesi önemli bir şey. Çünkü bu safiyeti koruyamazsa, bugünün güvenen, temiz kalpli insanı, yarının şüpheci ve hesapçı insanına dönüşebilir. Bugünün mazlumu, yarının zâlimi olabilir. Neden olmasın? Mümin akıllılığını, ferasetini bu noktada ele almalı sanırım. İyi niyetlerinin tüketilmesine müsaade etmemeli. En önce kalbini korumalı.

Rabbim kalblerimizi katılaşmaktan korusun, rikkat versin.

Çarşamba, Mart 29, 2006

İpliğini Bozup Çözen

Nahl suresinde enteresan bir temsil geçer. Benzeyen, gücü çoğaldığı için haksız yere sözünden dönen insanlardır. Benzetilense ipliğini sağlamca eğirip büktükten sonra, bozup çözen kadın...

"Siz onlar gibi olmayın", buyrulur:

16:92. Siz bir topluluğun, diğer bir topluluktan (sayı ve malca) daha çok olmasından dolayı (haksızlık yapmak için) yeminlerinizi, aranızda bir hile vasıtası edinerek, ipliğini sağlamca eğirip büktükten sonra, bozup çözen (ahmak kadın) gibi olmayın.

Söz bizim yolumuzda çok mühim bir araç. Söz vermek oyuncak edilecek bir iş değil. Güven duygusu her yerde ve her zaman esas. Ancak bugün olduğu gibi, o günde de güç kazandıkları zaman sözlerinin ardında durmaktan vazgeçenler, sözü gücün emrine verip, menfaatlerin peşinde koşanlar olmuş ve olacak.

İşte o kimselerin hâli her yönden enteresan birine benzetiliyor: İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra geri çözen kadına. Burada birkaç yönlü bir teşbih var. Bir yanda istikametsizlik ve hamakat, öte yanda güçlü olanın hileye tenezzül etmesinden kaynaklanan acziyet.

Halbuki;

16:92. (...) Allah, bununla sizi imtihan etmektedir.
Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri (Allah) kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır.


Kıyamet günü gerçekten çok ilginç bir gün olacak. Herşey açığa çıkacak.

Perşembe, Mart 02, 2006

Rahman'ın kullarından olmak

Bugün sabah namazında Furkan Suresinin sonu okundu.
Ne kadar etkili ayetler, ne kadar düşündürücü cümleler.

"Rahman'a secde edin" dendiğinde "Rahman da ne" demişler.
"Senin emrettiğine mi secde edeceğiz?"
Kibire ve nefrete bakın, "kim" bile demiyor, "Rahman ne" diyor.
İnananlar ise bunu duyunca hemen secdeye kapanıyor.

Sonra Rahman'ın yaratma özelliği anlatılıyor:
tebârekellezî ca'ale fis-semâi burûcen
25:61 ne yücedir O, gökte burçlar yapmış,
veca'ale fîhâ sirâcen veqameren munîrâ
bir lamba (güneş) ile nur saçan ay yapmış

vehuvellezî ca'alel-leyle ven-nehâre hilfeten
62. gece ile gündüzü birbiri ardınca getirmiş,
limen erâde ey-yezzekere ev erâde şukûrâ
öğüt almak veya şükretmek dileyenler için

Rahman'ın kullarına sıra geliyor, onların özellikleri sıralanıyor.
Önce terhib kısmı var, Cehennem ile korkutup Rahman'a hoş
gelmeyen ameller sayılıyor. Kat kat azaptan bahsediliyor.

Ancak tevbe kapısı hep açık:
illâ men tâbe veâmene ve'amile 'amelen sâlihan
70. tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler hariç
feulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât
Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.
Sadece affedip silmekle kalmıyor, bir de kötülükleri iyiliğe çeviriyor.

Sonra da tergib, Cennet ile müjdeleme.
76. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel durak

Nihayet surenin son ayeti: "Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın." Bu da imtihan sırrı olmalı, kul darda kalacak ki halis dua edebilsin.

Pazar, Şubat 12, 2006

"Beni örtün, beni örtün!"

Muzzemmil ve Muddessir sureleri çok benzer iki hitapla başlıyor: "Ey örtünen!" ve "Ey örtüsüne bürünen!". Müfessirler bu türlü hitabların Araplar indinde âdet ve lâtife kabilinden olduğuna, Rasûlullah (salât ve selam ona) henüz vahiy ve risaletle ünsiyet etmediğinden, vahye alışmasına vesile olduğuna işaret ediyorlar.

Rasûlullah vahiy meleğini görmenin şiddetinden eve geliyor ve "Beni örtün, beni örtün!", diyordu. Orada hissettiği duygular bir insan olarak yaşadığı ilk vahiy tecrübesinin dehşetinden kaynaklanıyordu muhtemelen. Korkusu insanlığının kemâline bir hâlel getirmiyordu ama elbette o bir insandı.

Daha önce Muzzemmil suresinin gece namazına işaret eden ilk ayetlerini uzun uzun çalışmıştık. Gece namazı önemliydi, öğrenmiştik:

inne nâşietel-leyli hiye eşeddu vat-en veaqvemu qîlâ
73:6 gece kalkışı daha tesirli ve okuması daha elverişlidir

Burada kullanılan "nâşie" kelimesi gençlik, tazelik anlamına geliyor. İnsan biraz uyuyup dinlendikten sonra tazelenmiş olarak kalkıyor ve Rabbine dinç ve genç bir yönelişle yöneliyor. Gündüze ait uzun meşguliyetlerden sıyrılmış oluyor.

İşte daha bu surenin ilk ayetleriyle, gece namazı risaletin ilk haftalarında farz olmuştu. Namazın beş vakte yayılması ile gece namazı Rasûlullah (salât ve selam ona) için farz olmaya devam ederken, bizler için arada bir de olsa, çok tavsiye edilen bir fırsat olarak kalıyor.

Surenin ilk kısmında vurgulanan önemli diğer noktalar ise, gece namazında Kur'an'ın tane tane okunması ve Rabbimizin isminin zikredilmesi tavsiyeleridir. Kur'an'ı hızlı okuma dikkati lafza toplar, tane tane okumada ise mânâ öne çıkar. Rabbimizin isminin zikredilmesi ise, belki bilinçten çok bilinçaltının eğitimidir.

Ayetler devam eder: Allah doğunun da batının da Rabbidir; tanrı ancak O'dur; ancak O'na dayanılır, tevekkül edilir.

Şu dünya içinde zevk ve nimet sahibi olup da O'nun sözünü yalanlayanların akıbetleri ise pek acıdır. Müzzemmil suresinde derece derece onları yakalayacak azaptan söz edilir. Tıpkı, peygamberine isyan eden Firavun'un sonu gibi. Firavun ve ona tabi olanların bu dünyada yakalandıkları büyük azap nedir? Toptan ölmüş olmaları mı, yoksa tevbe edemeden bu imtihan dünyasından ayrılmış olmaları mı? Sonuçta, ölümse, herkes ölecek. Elbette, esas hüsran zalim olarak ölmekte...

Kıyamet günü hatırlatmasıyla surenin ilk bölümü biter. O öyle bir gündür ki, şiddetinden çocukları ihtiyarlatır. Allah'ın vaadi yerine gelir.

inne hâzihî tezkira
73:19 İşte bu bir hatırlatmadır
femen şâe-ttehaze ilâ rabbihî sebîlâ
Dileyen Rabbine giden bir yol tutar

Pazar, Ocak 29, 2006

Nasıl hüküm veriyorsunuz?

Kalem suresinin ikinci bölümü sorularla başlıyor.

Tefsirlerde nakledildiğine göre zenginlik ve refah içinde yaşayan müşrikler, müminlere karşı şöyle akıl yürütüyorlar: "Madem biz bu dünyada sizden daha iyi durumdayız, demek -varsa bir öteki dünya- orda da öyle olacağız(!)"

Allah Teâlâ ise onlara soruyor:

68:36 Size ne oluyor? (Bilginiz olmayan ahiret hakkında) nasıl hüküm ver(ebil)iyorsunuz?
37-38. Yoksa içinde, beğendiğiniz şeyler sizindir (diye yazan), size mahsûs bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?
39. Yahut hükmettiğiniz şeyler sizindir diye üzerimizde sizin lehinize (verilmiş) kıyamete kadar sürecek yeminler mi var?

Yerinde ve doğru sorular sormak önemli bir şey. Hatta belki cevaplardan evvel soru sahibi olmalı insan. Sorular zihni harekete geçiriyor. Sorular insanı uyandırıyor. Sorular arayışı başlatıyor.

O soruların muhatabı inkarcılar bu dünyada sağ-salim iken bir türlü secde etmeye yanaşmıyorlar. Hakikat perdesinin açıldığı o günde de zelîl ve etekleri tutuşmuş bir halde olacaklar da, artık orada güçleri secde etmeye hiç yetmeyecek.

Ardından o inkârcılara karşı Rasulullah'a (salât ve selam ona) tavsiye geliyor: Sabır. Çünkü o "balık sahibi" gibi hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeden vazifesini yapmalı ve yaptı da. Gerçi o salih peygamber Yunus'a (selam ona) da Rabbimizin nimetleri yetişiyor, önce tevbe ediyor, sonra tevbesi kabul ediliyor.

Rasulullah'ın sabredeceği kişiler ise Kur'an'ı işittikleri vakit nerdeyse gözleriyle onu yere yıkacak kadar kötü gözlerle bakıyorlar. Halbuki, Kur'an,

68:52 vemâ huve illâ zikrun lil-'âlemîn
o âlemler için ancak bir öğüt ve hatırlatmadır, başkası değil

İlk nâzil olan surelerde hep inkârcıların kibir özelliği vurgulandı. İnsanların öğüt almasını önleyen en önemli etken kalplerindeki kibir duygusu olmalı. O öyle bir duygu ki, kişiye kendi benliğinin sözünden başkasını dinletmiyor.

Allah bize doğruyu yanlıştan ayırdetme yeteneği versin, anlayışımızı artırsın, bizi sevdiği, razı olduğu kullar arasına dahil eylesin.

Pazar, Ocak 01, 2006

Nun, Kalem ve Satırlar

Kalem suresi ilk inen surelerden. Hatta bir rivayete göre 'Alâk suresinden sonra ikinci. Enteresan olan nokta ise, ilk suredeki "Oku" emrinin ardından bu surede dikkatimizin kaleme çekilmesi... Rabbimiz şöyle buyuruyor:

nun
68:1 nûn, vel-qalemi vemâ yesturûn
nûn, kaleme ve satırlarına (yazdıklarına)

Kalem nedir? Yazmak nedir?

İlim yazıyla zaptolunur. Söz uçar, yazı kalır. Medeniyetler kalemle kurulur. Tecrübeler, yaşananlar, birikimler gelecek nesillere kalemle aktarılır. Kalemin mâcerası, satırların üzerinde akarken bitmez. O anda daha yeni başlamıştır. Evvelâ yazı, yazanı olgunlaştırır. Söylediği sözün yükünü sırtında hissettirir. Yazmayan, çok konuşur. Yazan az. Derken o yazı gider, okuyanı olgunlaştırır. Ona değen gözlere kıymet verir. Nihayet okuyucu da döner, yazının değerini takdir eder. Üstünden geçen her bir okur kalemi, artık yazıyı olgunlaştırıyordur.

Kalem suresinde benim için ikinci dikkate şayan nokta, Allah Rasûlu'ne (salât ve selam ona) hitâben söylenen şu cümlededir:
68:4 veinneke le'alâ huluqin 'azîm
Gerçekten sen büyük bir ahlâk üzeresin

"Ahlâk" yani huyların bütünü... Beşeri, insan yapan, onu aşağıların en aşağısından, yukarıların en yukarısına çıkarabilen yönü. Evet, illâ ki, insanların madenleri oluyor. Ama bir de onlar üstüne geliştirebilecekleri yetenekleri var. Azimle ve kararlılıkla üstlerine gittikçe parlayan, şeytana ve nefse tabi oldukça paslanan, çözülen nitelikler bunlar... O gül Rasûlun ümmeti olma niyetindeysek, işe önce ahlâkımızı düzelterek başlamamız gerektiği ne kadar açık. Kalpten kibir, hırs, haset, kabalık, bencillik, kırıcılık, bozgunculuk atılmadan insanlık nasıl gelsin de bizi bulsun?

Derken, hakikat üzere hiç olmayacak bir hesapçılığın açığa vuruluşu karşımıza çıkar. O gün de, bugün de hiç terkedilmeyen tipik bir söylem. Hakikate karşı hileli bir baskı uygulama, ezme tekniği: "Sen de biraz fikirlerini yumuşat, biz de yumuşatalım, düşüncemizde bir orta yol bulalım" iddiası! Düşüncelerde "orta yol" öyle her zaman bulunmaz. Hele tevhidin karşısına şirk getirilip konuyorsa... Bala karıştırılan bir damla zehir gibi. Yanlışta duran için, başka bir yanlışa doğru yol almak o kadar ciddi bir sorun değildir. Hem iddialarında samimi olmadıklarının da göstergesi olur bu. Demek uygun pazarlıklar karşısında değerlerinden vazgeçebilirler. Ama hakikatten yanlışa çağırmak olacak iş mi? Hem ortada öyle bir hakikat var ki, balçıkla sıvanacak gibi değil. Ve o hakikatin öyle bir tebliğcisi var ki, onun bir eline ayı, diğerine güneşi verseler yolundan dönmeyecek.

Ve inkârcının dilinden düşmeyen iddia.
Ona ayetler okunduğu zaman:
68:15 ... qâle esâtîrul-evvelîn
... "evvelkilerin masallarıdır" dedi

Kalem suresinin ilk bölümü etkili bir temsille son bulur. Bu bir bahçe sahiplerinin hikâyesidir. Hani onlar nimeti Allah'tan bilmemişlerdir. Ekinleri, erkenden, daha hiçbir yoksul o bahçeye varmadan toplayıp, gidelim derler. Ama onlar daha ulaşmadan, bahçede bir dolaşan dolaşır. Öyle ki, bahçe mahvolmuştur. Hiçbir şey kalmamıştır. Hatta bir an için yollarını şaşırdıklarını zannederler ama içlerinden en insaflı olan kardeş uyanır:
"Keşke tesbih edenlerden olsaydık".

"Tesbih etmek" de dile kolay... Türkçe'ye kelimesi kelimesine çevrilebilecek bir şey de değil. Belki en yakın anlamıyla "Allah'ı çok seviyoruz" diye hissedebilmek...