Çarşamba, Ağustos 12, 2020

Adalet ve ibadet

Dün yayınlanan ilginç bir yazıyı, içindeki ayet referanslarını göstermek için buraya alıyorum. Ayetleri Iqra4 yazılımında görmek için metin içindeki linklere dokunun:

Adalete dair duyarlılığın yitip gittiği bir topluluğa peygamber olarak gönderilmişti Hz. Şuayb. Kavmi Medyen, ‘hak’tan değil ‘güç’ten yana bir tercihte bulunduğu için adaletsizlik, eşitsizlik ve usulsüzlüğü ‘norm’ haline getirmişti. Bunun en göze çarpan yansıması ise ekonomik alandaydı. Ölçüde ve tartıda haksızlık, Medyen’in alâmet-i farikasıydı. Bu sebeple Hz. Şuayb bir peygamber olarak kavmi Medyen’i uyarırken “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur” dedikten hemen sonra, şunu da diyecekti: “Ölçeği de, teraziyi de eksik tutmayın. (…) Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin.” (bkz. Hûd sûresi)

Şuayb peygamberin bu daveti, doğru dinî duruşun birbirini tamamlayan iki tutumu beraberce içerdiğinin de ifadesiydi: dikey düzlemde yalnızca Yaratıcıya karşı ibadet, yatay düzlemde yaratılanlara karşı adalet. Verdikleri karşılıktan, Hz. Şuayb’ın davetindeki bu bütünlüğü, kavminin de kavradığı anlaşılıyor. İçlerinden çıkmış, aralarında büyümüş, sakin mizaçlı ve yumuşak huylu olarak tanıdıkları Şuayb, nasıl olmuştur da kavmi içinde herkesin ‘normal’ gördüğü adaletsizliğe, ölçüde ve tartıda usulsüzlüğe herkesi karşısına alma pahasına hayır diyebilmiştir? “Ey Şuayb!” diye sorar kavmi: “Atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Kavmi Medyen, kilit noktayı kavramış gibidir. Yumuşak huylu biri olarak Şuayb’ın bu açık ve kesin ‘adalet’ uyarısı, ‘namazı’ ile ilişkilidir. “Sana bunu namazın mı emrediyor?” diye sormaları bu sebeptendir.

Neredeyse aynı zaman diliminde, Kızıldeniz’in öbür tarafında da hayata dair temel ilke olarak adalet yitik haldedir. Orada, kavmini kendine kul edinerek kula kulluk düzeni inşa eden bir firavun vardır. Kavmi ise, firavunla birlik olup azınlık durumdaki Benî İsrail’e zulmetmektedir. Firavun sarayında büyümüş ama soyca Benî İsrail’den bir genç olarak Musa, ortadaki bu zulmün farkındadır ve bu duruma karşı tepkilidir. Bu yüzden, Firavun kavminden bir adam ile Benî İsrail’den bir adamın kavgasına muhtemel bir haksızlığı giderme gayretiyle dahil olur. Ancak kavgada kazaen vuku bulan bir ölüm sebebiyle canını kurtarmak için Mısır’ı terke mecbur kalır ve geldiği Medyen diyarında konakladığı bir kuyu başında bu kez ‘cinsiyet’ merkezli bir haksızlık görür. Koyunlarına su vermek için herkesten önce kuyu başına gelen iki kızkardeş, herkesten sonraya kalan kişiler olmuşlardır; çünkü kuyu başına gelen erkekler, onları ve koyunlarını sürekli geriye atmışlardır. Bu, başlarına ilk kez geliyor da değildir. Güce dayalı haksızlığın ‘norm’ olduğu, dolayısıyla ‘normalleştiği’ bir kavimde adaletsizlik her alanda baş gösterir. Ölçüde ve tartıda da haksızlık vuku bulur, kuyudaki suyu kullanma sırasında da. Her gün gerçekleşen bu haksızlık, o gün de vâki olmuştur. O günün tek farkı, Medyenli olmayan bir adamın duruma müdahil olup kuyudan su çekmesiyle, iki kızkardeşin koyunlarının ilk kez suya doymuş olarak kuyu başından ayrılmasıdır.

Haksızlığa uğrayan iki kızkardeşe yardım eden yabancı ise, bunun onu yabancı bir diyarda hem iş hem aş hem eş sahibi kılacağından habersizdir. Birçok müfessire göre, o iki kızkardeş Hz. Şuayb’ın kızlarıdır ve adalet için giriştiği bir mücadelenin ardından yaşadığı diyarı terke mecbur kalan Hz. Musa o günden itibaren on yıl ‘namazı adaleti emreden’ Şuayb peygamberin koyunlarına çobanlık ederken kendisi de bir manevî talime muhatap olacaktır. On yıl sonra Mısır’a dönüş yolunda iken gelen vahiyle peygamberlikle görevlendirildiğinde, ‘çok azgınlaşmış’ olan firavuna karşı ona verilen iki görev vardır. Tanrılık iddia eden firavuna kul olduğu hatırlatılacak, yanısıra köleleştirdiği Benî İsrail’i serbest bırakması söylenecektir.

‘Namazı adaleti emreden’ Hz. Şuayb… Köleleştirilmiş bir topluluğu özgürlüğüne kavuşturmakla da yükümlü kılınmış Hz. Musa... Onların kıssasını bu şekilde anlatırken Kur’ân’ın görebilenlere gösterdiği, iman ve itikadın yaşanan hayatın içinde adaletten ve özgürlükten yana, zulmün ve tahakkümün ise karşısında bir tutumu da içerdiğidir: adaleti de emreden bir namaz, özgürlüğü de içeren bir iman daveti... Diğer bir ifadeyle, bu iki kıssa, hakikat-i halde dindarlığın ilkesizliğe, usülsüzlüğe, adaletsizliğe, haksızlığa ve tahakküme karşı bir tutumu da içerdiğinin göstergesidir. Kıssaların verdiği bu ders, onüç yıllık Mekke döneminde inen sûrelerle tekraren teyid edilir. Bu sûreler, Kureyş kavmini şirkle birlikte, adaletsizliği de terke davet eder. Yetimin malına el koymaları, zayıfın hakkını yemeleri, eşitsizlik ve adaletsizlikten yana tutum takınmaları ve iyiliğe engel olmaları, Kureyş müşriklerinin şirkle birlikte en çok ayıplandığı hususlar arasındadır. Diğer taraftan, ‘emin belde’ diyerek Mekke’ye yemin ile başlayan Beled sûresi, hayat yolculuğunu ‘sarp yokuş’ mecazı üzerinden anlatırken, yokuşu aşabilenlerin ilk iki özelliği olarak ‘boyunduruğu kırma’ ve ‘yetimi ve yoksulu doyurma’yı zikreder. Boyunduruğu kırmak, yani köleyi özgürlüğüne kavuşturmak siyasal düzlemde özgürlükten ve adaletten yana bir tutumun; yetimi ve yoksulu doyurmak ise ekonomik düzlemde eşitsizliği gidermekten yana bir tutumun ifadesidir.

Sözün kısası, sûreleri, kıssaları, âyetleri ve emirleriyle Kur’ân, adaleti hayata dair vazgeçilmez bir temel ilke olarak vaz’eder ve ‘adaletli’ bir ‘dindarlığı’ resmeder. Adaletten yana olmak, elbette, her türden zulmün karşısında olmayı da içerir. Öyle ki, bırakın bizzat zulmetmeyi, ‘zulmedenlere meyletmek’ bile cehennem ateşinin kişiye ‘dokunması’ için yeterli bir sebep olarak zikredilir. Velhasıl, hakikat-i halde din, hayattan kopuk, hayata dokunmayan, hayatın içinde yaşananlara dair sözü olmayan soyut bir inanç kümesi değildir. Hele ki, hayatın içindeki yanlışların, zulümlerin ve adaletsizliklerin örtüsü hiç değildir. Bilakis vahyedildiği şekliyle din, hayat içinde yüzyüze gelinen sorunlara değerler ve ilkeler üzerine inşa edilmiş çözümler vaad etmektedir. Bu bağlamda, adalet temel ilkedir. Zulüm ve haksızlık varsa, giderilmesi gerekir.

Yazının sonu burada - Metin Karabaşoğlu - 11 Ağustos 2020

Bu sayfa Iqra içinde okunabilir.

Pazartesi, Nisan 27, 2020

Bir Metin Nasıl Korunur?

Bir kaç yüz sayfalık bir metnin asırlarca değişmeden kalması olağan bir durum değildir. Yazarı hayatta ise, ilk yazdıklarını beğenmez, sürekli daha iyisini yazmaya çalışır. Yazarı öldükten sonra metin hâlâ yaşıyorsa, bu sefer metni kopyalayanlar değiştirir. Asıl metne sadakati bozmanın üç sebebi olabilir: a) Hafıza ya da okuma hatası ile, b) Daha iyisini yapıyorum zannı ile, c) Tahrif etmek niyeti ile. Sebep ne olursa olsun, bildiğimiz bütün edebi ve tarihi metinler bu değişimden kurtulamamış. Tek istisna Kuran-ı Kerim:

15:9 Doğrusu Kitâbı Biz indirdik, koruyucusu elbette Biziz.

Metnin muhafazasının, yani asırlarca korunmasının ne kadar zor olduğunu özellikle benzer ayet çiftlerinde okuyoruz. Aşağıda verilen dört çift ayet, konuyu anlatan örneklerden ibaret. Bunlar gibi çok benzerlik bulunabilir.

1. Aynı anlamda iki kelime. Bu örnekte ersil ve ib'as, ikisi de "gönder" anlamında. Lakin A'raf suresinde biri kullanılırken, Şu'ara suresinde diğer kelime var. Hafızlar iki ayeti karıştırmadan doğru kelime ile okumak zorundalar.


2. Kelime sırası farklı. En'am suresinde la'iben ve lehven, A'raf suresinde lehven ve la'iben.


3. İmlâ farklı. Daha önce çalıştığımız likeylâ Nahl suresinde iki kelime olarak yazılırken, Hacc suresinde aynı ifade içindeki boşluk silinir ve tek kelime kalır. Bu örneği zorlaştıran ikinci fark, min kelimesi bir ayette var, diğerinde yok.


4. Okunuş ve anlam aynı, yazım farklı. Neml suresinde fazladan bir harfi var, kırâati ve mânâyı değiştirmediği halde mushaflarda muhafaza edilmiş.


Bir de korunmamış kitap örneği ile konuyu açıklamak isterim. Aslında, bunun için örnek gerekmez, çünkü tahrif istisna değil kuraldır. İstisna olan korunmuşluk, sadece bir Kitab için geçerli.

Mesnevi'deki tahrifin hikayesi, daha ilk satırda hikaye kelimesiyle başlıyor:
bişnev in ney çun hikâyet mîkuned

Aslına uygun olan metnin yukarıdaki gibi olduğu söylenirken, basılı kitapların ve web sayfalarının çoğunda muharref metni okuyoruz:
bişnev ez ney çun şikâyet mîkuned

Değişiklik yalnız bundan ibaret değil. 20 bin beyit içinde, sonradan eklenen, çıkarılan, değiştirilen çok örnek bulunabilir ki hepsi tahrif sayılır. Hemen eklemeliyim, bu zaaf Mesnevi'ye has değil, insan tabiatının bir gereği olarak bütün yazılı metinlerde gözlenebilir. İlahi koruma yoksa her metin tahrife açıktır.

Cumartesi, Nisan 25, 2020

Korunmuş Yazım Farkları

Nimet, Sunnet, Rahmet

Bu üç kelimenin anlamına değil yazılışına bakalım. Üç kelimenin de son sesi olan T, köküne ait değil. Müennes te'si, çoğu zaman çift noktalı he ile yazlıyor. Bazan ama normal te'ye dönüşüyor. Nimet kelimesi ile başlayalım:
uzkurû ni'me  ve  bini'me


Yukarıda ni'metallah tamlamasının iki farklı yazılışı görülüyor, şeklin altında ise bini'metillah. Özellikle aşağıdaki Nahl suresi örneği önemli, çünkü ardarda iki ayette bir öyle bir böyle yazılmış fark ve aynen korunmuş.

Sunnet kelimesi için de benzeri bir tablomuz var:
lisunneti  ve  sunnetul-evvelin

Üstte lisunnetillah tamlamasının iki farklı yazılışı görülüyor, şeklin altında ise özne halinde sunnetul-evvelîn. "Neden böyle yazılır, ne anlamı var?" sorularına hiç girmeden, korunmuş ilginç ayrıntılar olarak kaydediyoruz. Rahmet kelimesi için de benzeri farklar var, ama bu kelime çok sayıda geçtiği için örneklere dahil edilmedi.

Sin mi Sad mı?

Kökünde sin harfinden sonra kalın gelen iki kelimenin imlasında sin sad'a dönüşebiliyor. Birinde harfin okunuşu değişmezken diğerinde ses kalınlaşıyor:
besta  ve  musaytir

İlk kelimenin kökü bâ-sin-tâ: Biri hariç bütün türevlerinde (yebsutu, bâsit, mebsûta) sin harfi ve sesi değişmiyor. Söz konusu besta kelimesi iki kere geçiyor, ses olarak ikisi de sin, ama yazıda biri sad'a dönüşüyor.

Diğer kelimenin kökü sin-tâ-râ: Biri hariç bütün türevlerinde (esâtir, yesturu, mestûr) sin harfi ve sesi değişmiyor. Söz konusu musaytir kelimesi iki kere geçiyor, hem ses hem yazı olarak ikisi de sad'a dönüşüyor. Korunmuşluğun ayrıntıları beklenmedik bir karmaşıklık gösteriyor.

Cuma, Nisan 24, 2020

"hu" mu, "hâ" mı?

Kitab'ın korunmuşluğuna üç örnek olarak, aynı şeyi söyleyen ayet çiftlerinde kullanılan farklı zamirlere bakalım. Bu amaç için, "o, onu, onun" anlamındaki iki zamiri tanımak yeterli:
hu -- müzekker (eril)
-- müennes (dişil)

Mesela sahabeden söz ederken bu farkı gözeterek Hz Ebubekir için "radiyallahu 'anhu", Hz Aişe için "radiyallahu 'anhâ" deriz. Arada sadece bir elif farkı var.

İlk örneğimiz "sizi sularız, size içiririz" anlamındaki nusqîkum kelimesi, hayvanlardan aldığımız sütü anlatıyor. "Karınlarından" derken kullanılan zamirlerin biri müzekker butûnihi, diğeri müennes butûnihâ:
https://okuyun.github.io/Kuran/#b=nsqykm


İkinci örnek "öğüt" anlamına gelen tezkiratun. Kendisi müennes olan bu kelime, aslında Kur'an için kullanılıyor. Buna işaret eden zamir ise iki yerde müzekker innehû, iki yerde müennes hâzihî ("bu" anlamında işaret zamiri), bir yerde de müennes innehâ:
https://okuyun.github.io/Kuran/#b=ta*okirapN


Son olarak, Hz İsa'nın babasız yaratılışını hatırlatan iki ayette "üfledik" anlamında nefahnâ. Bu kelimeden sonra gelen zamirlerin biri müennes fîhâ, diğeri müzekker fîhi:
https://okuyun.github.io/Kuran/#b=nfxnA


Burada vurgulanan farkların, ayetin anlamını değiştirmediği çok açık. Peki neden böyle bir titizlik gerekiyor? Çünkü mesajın aslı öyle, harfler aslına uygun korunmuş.

Cumartesi, Nisan 11, 2020

Bir Elif Farkı

Subhâne bilmecesinin çözümü, Yüce Kitabımızın ilahi korunmuşluğuna ilginç bir örnek. Bu kelimeyi Mucem yazılımı 41 kere, Finder ise 40 kere buluyor. Bilmece şuydu: Finder'da hangi ayet eksik? Neden?

İki yazılımın verdiği listeleri kıyaslayınca İsra suresinin 17:93 ayeti bulunuyor. Peki neden? İkinci hecenin uzun A sesi, bu ayette elif ile gösterilmiş, standart yazımda ise elif değil çekme işareti var. Yani kelime aynı, okunuşu da aynı. Sadece bir elifin yazılışında fark var. Türkçede subhane ve subhâne arasındaki fark gibi... Uzatma işaretini koysak da koymasak da bu A uzun okunur, iki yazım da doğrudur.

Ülkemizdeki mushaflarda bu farkın muhafaza edilmediğini gözledim. Hepsi elif ile yazılmış. Umreden gelenlerin getirdiği Medine mushaflarında farkı açıkça göreceksiniz. Yukarıdaki resmi iki ayrı web sitesinden derledim.

Peki ne önemi var? Anlam değişmediği halde, bir elifin gösterimindeki farklar bile korunmuş. Demek ki bir hikmeti var... Katiplerin hatası deyip çıkmak pek kolay değil, çünkü aynı surede bir kaç sayfa öncesinde (43.ayet) ve iki sayfa sonrasında (108. ayet) bu kelime standarda uygun yazılmış, sadece bu ayette farklı olduğu için Finder onu bulamadı:

Üstelik tek örnek bu değil. İbrahim kelimesi (Türkçe farklı yazımları olduğu gibi) Medine mushaflarında iki türlü yazılmış. Standart yazımda yâ harfi açıkça yazılırken, Bakara suresinde çekme işaretiyle gösterilmiş:

Hızlıca okuyup geçtiğimiz mushaflarda bunun gibi nice ayrıntı korunmuş ve kıyamete kadar korunacak. Bunu insanlar yapabilir miydi?


Perşembe, Nisan 09, 2020

Bir bilmece -- subhâne

Iqra yazılımı geliştikçe Kerim Kitabımızda arama yapmak kolaylaşıyor. 35 yıl kadar önce, bilgisayarda Kuran okumak henüz bir hayal iken, subhâne kelimesini araştırmak bir tam gün sürmüştü. Her kelimenin hangi ayetlerde geçtiğini endeksleyen Mucem kitaplarını kullanıyorduk o zaman. Şimdi sonuçlar saniyede çıkıyor. İşte linkler ve resimleri:

Mucem
Bu link sin-bâ-Hâ kökünden türeyen kelimelerin 92 kere kullanıldığını gösteriyor. Sol üst köşedeki Liste düğmesi ile, bu kökün türevlerine erişin. Şimdi subhâne kelimesini seçerek şu listeye ulaşın:


Finder
Bu link subhâne kelimesinin aynen geçtiği 40 ayeti gösteriyor.



Bilmece
Iqra yazılımının iki modülünden Mucem 41 derken Finder 40 ayet buldu. Neden iki sayı farklı?

Hayır yazılım hatası değil! Kitabın korunmuşluğunun çok ince bir göstergesi. Cevabını bulursanız yorumlara yazabilirsiniz. Verdiğim resimlerde hiçbir ipucu yok. Farkı bulmak için iki listedeki ayetleri tek tek kıyaslamak gerekiyor.


Corpus
http://corpus.quran.com/qurandictionary.jsp?q=sbH
"Bilgisayarda Mucem" projesini başlatan ve Iqra yazılımının verilerini sağlayan Corpus sayfasında da 41 sayısı çıkıyor. Finder'da hangi ayet eksik? Neden?



Cumartesi, Ocak 18, 2020

key lâ ... olmasın diye

Kerim Kitâbımızın korunmuşluğuna ilginç bir örnek "key lâ" kelimesi. 7 âyette geçen bu söz bazan bitişik yazılıyor, bazan ayrılmış iki kelime, anlam değişmediği halde imlâsı farklı. Bütün mushaflarda bu ayrıntı korunmuş: 3 yerde ayrı, hiç farklı görünmeyen 4 yerde bitişik yazılıyor.


"Neden böyle yazılıyor?" sorusu Arapça dilbilgisi açısından ilginç olabilir, ama asıl sorumuz o değil...

Nasıl olmuş da bu ufacık ayrıntı asırlar boyu değişmeden korunmuş? Bir tek makul cevabı var:

15:9 Doğrusu Kitâbı Biz indirdik, koruyucusu elbette Biziz.

subhâneke

Namazın başlangıç kelimesi üstünde hiç düşündünüz mü? Ellerimizi kaldırıp Allâhu ekber dedikten sonra dudağımızdan ilk çıkan kelimenin anlamı ne? En iyisi Yüce Kitâbımızda arayalım:

Rehber yazılımının 2022'deki gelişmiş hali

Bu kelime 9 yerde ve çok farklı bağlamlarda kullanılmış. Hepsinin ortak yönü, kendi eksiklerini ve kusurlarını kabul ederek, Yaratan'ın kusursuz olduğunu dile getirmek...

[Ekim 2023 -- Caddebostan Mihrimah Sultan Camisinin imamı Dr Hüseyin Saraç güzel bir yorum yaptı: "Meleklerin (ve diğerlerinin) bu sözü, Allah'ı yücelterek özür dilemektir." Böyle bakınca, neden namazda estağfirullah değil subhâneke dediğimiz iyice anlaşılıyor: Kendi kusurumuzu arkaya iterek Allah'ın noksanlardan uzak olduğunu ön plana çıkartıyoruz.]

Söz konusu ayetleri zamana göre sıralayınca ilginç bir tablo ortaya çıktı:

  • Biri, ilk insan yaratılırken meleklerin sözü: 
    Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz?
  • Üçü geçmişteki peygamberlerle ilgili (Hz Yunus; Hz Musâ; İfk olayı), hatasını kabul ederek özür beyanı... 
  • Biri şimdiki zaman, özlü insanların (ulul-elbâb) tefekkür duası: "Rabbimiz, bunu boşuna yaratmadın, subhâneke, bizi ateşin azabından koru." Hepimizi yakından ilgilendiriyor, çünkü hikmetini anlamadığımız olaylarda zorlanırız, bir an için "Allah neden buna izin veriyor" düşüncesi akla gelir. Zor zamanların ilacıdır bu dua!
  • Üçü henüz söylenmedi, Hesap Gününde göreceğiz: Hz İsâ, melekler, sahte tanrılar, hepsi de kendilerine yakıştırılan "tanrı" sıfatını bu kelime ile reddedecek.
  • Biri de Cennet'e girenlerin sözü, her namazda söylediğimiz cümle:
    "Oradaki duaları: subhânekallâhumme..."



Yazılım ve ilk video (2020)

Bu tabloyu önümüze koyan yazılım FSMV Üniversitesinde, Abdurrahman Rajab'in Kuran Rehberi isimli çalışması, sayfanın linki burada kullanıma hazır.


Rehber yazılımının 2020'deki hali

Çarşamba, Ocak 15, 2020

Sırlı Bir Makam: Hiçlik

"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir" (Ahzab 72).

Bir yoruma göre, ayette kastedilen 'emanet', insanın bilincidir, varlığının farkında olmasıdır, enesidir veya olumlu anlamda egosudur. Çok değerli bir cihaz olan bu ene veya ego, eğer yaratılış ve veriliş amacına uygun olarak doğru kullanılırsa, Allah'ın sıfatlarını tespit edebilen veya  ölçebilen yegane cihazdır. Mesela, doğru kullanılan ene veya ego der ki "bu evi ben yaptım, sahibi benim, o halde bu evrenin de bir yapıcısı, yaratıcısı, bir sahibi olmalı" der ve Halık olan yaratıcıyı bulur ve varlığını tespit ve takdir eder. Veya "ailemin geçimini ben sağlıyorum, onları ben besliyorum, o halde bütün canlıların ihtiyaçlarını gideren, onların rızıklarını veren birisi olmalı" der ve Allah'in yegane rızık verici Rezzak olduğunu anlar, vb. 

Bu ene veya ego, Allah'ın bütün sıfatlarını  ölçmek için verilen çok değerli, çok sofistike bir cihazdır; Halık ismini ölçtüğü gibi, Rezzak ismini de, Kadir ismini de, Rahim ismini de ölçer. Aslında  Allahın bütün ve isim ve sıfatlarını kıyaslama yaparak ölçebilen yegane cihazdır ve esasen onun için yaratılmış ve insana verilmiştir.

Ancak bu ene veya ego sadece Allah'ın sıfatlarını  ölçmek için kullanılmalı, kendisinin  gerçek  bir vücudu bulunmamalı, aynen meridyen ve paraleller gibi, ölçüm  amaçlı olarak kullanılmalı  ancak gerçek  bir bedeni  olmamalı, haddini aşmamalıdır; Allah'ın sıfat ve  vasıflarını ölçmeli, görevini yaptıktan  sonra kendisi HİÇ olmalı; Allah'ın mülkünde hiç bir şeye sahip çıkmamalıdır. 

Bu HİÇLİK makamındaki ene, kendi bedeni veya varlığı da dahil olmak üzere, HİÇ bir şeye sahip değildir, sonsuz derecede fakirdir; aynı zamanda HİÇ bir gücü, kuvveti, iktidarı da yoktur, sonsuz derece acizdir. Ancak bu sonsuz derece fakir ve aciz olan ene veya ego, Allah'ın isim ve sıfatlarına tam bir ayna olabilir, onları en doğru şekilde yansıtabilir; çünkü, kendisinde bir marifet, bir renk yok ki, Allah'ın isim ve sıfatlarını o renk ile boyayabilsin. Bütün gücünü, zenginliğini, ilmini, her şeyini Allah'tan bilir. Bu HİÇLIK  makamındaki ene veya ego cennete layık bir vaziyet alır.

Eğer ene veya ego yaratılış ve veriliş amacına uygun davranmaz da kendisinde bir marifet, bir vücut olduğunu vehmederse, "o ev de benim, o araba da benim, o makam da benim, ben dişimle tırnağımla çalışarak kazandım vb," şeklinde haddini aşarsa, böylece Allah'ın mülküne ortak çıkmaya kalkışırsa, yaratılış ve veriliş amacına ihanet etmiş olur ve cehennemi hak eder.

E.T.
------


Kaynak: Kalem Güzeli


Dinler konusunda kafası karışan birini nasıl ikna edersiniz?

Öncelikle dini konularda insanlanları ikna etmek için ısrarcı bir çaba içinde olmayı tercih etmediğimi söylemeliyim, çünkü bilirim ki iman kalbe doğan bir nurdur, akıl ve bilgi yoluyla ne söylenirse söylensin, kişi kalbini samimiyetle açmazsa iman kendisine nasip olmaz, kişinin ilgili ve samimi olması gerekir. Israrcı olmayı tercih etmememin diğer bir gerekçesi ise, dini ve imani değerlerin onurunu korumak, kişilerin peşinde koşmak suretiyle bu önemli değerleri değersiz mal durumuna düşürmemek, onları gerçek ve samimi müşteri olanlara sunma hassasiyetidir.

Diğer taraftan, kalpleri ve niyeti okuma gibi bir özelliğimiz de olmadığı için, iman ile ilgili bu tür sorular ile karşılaşıldığında,  elden geldiğince doğru bilgiyi sunmak, kararı ise karşı tarafa bırakmak, doğru bir yaklaşım olur diye düşünüyorum. Sosyal medyada yapılacak olan dini ve imani konulardaki doğru bilgilendirme ve açıklama paylaşımların başka kişilere de faydalı olma ihtimalini dikkate alarak, iman ile ilgili olarak, belki biraz uzunca yazılmış olan, aşağıdaki düşüncelerimi buraya aktararak paylaşıyorum. 

Öncelikle, şu kainatın bir yaratıcısı var, sahibi var, hiç bir şey başıboş değil, her şey O'nun iradesi ve kudretiyle her an yaratılarak meydana gelmekte. Atom altı parçacıklardan galaksilere kadar her şeyi her an yoktan var eden Yaratıcı, insanın da yaratıcısıdır, sahibidir, malikidir, ki buna Allah'a iman deniyor. 

Ayrıca, evreni, dünyayı ve insanı yaratan bu Yaratıcı, bunları ve bizi neden yarattığını, ne beklediğini vb bizlere anlatmak, öğretmek için bizim içimizden bazı kişilere eğitimcilik görevini vermiş, önce onlara tüm bu amaç ve beklentileri öğretmiş, sonra da peygamberler olarak görevler yükleyerek bizlere göndermiştir. Peygamberlere iman olarak bildiğimiz ve Adem peygamberden başlayarak, Nuh, İbrahim,..., Musa, İsa ve son olarak Hazret-i Muhammet'i de kapsayan toplam 124bin civarında olarak bildiğimiz özel görevli insanlar gelip, bizlere yaratılma amacımızı, görevlerimizi ve sorumluluklarımızı anlatmışlardır. Bu peygamberlerin hepsi doğru sözlü, güvenilir, emin insanlar olup, asla yalancılıkla ilgileri yoktur, ağızlarından ne çıktıysa hepsi tam olarak doğrudur. 

Sadece görevli eğitmenler, peygamberler, göndermekle de kalmamış, nasıl satın aldığımız bir cihazın bile kullanım klavuzu ve manueli varsa, aynen onun gibi, evreni, dünyayı ve insanlığı neden yaratmış, bizden ne bekliyor vb gibi tüm anlam, amaç ve görevleri, en cahilden en bilgiliye kadar herkesin anlatabileceği genel bir dil ile, yazılı hale de getirtmiştir, ki biz buna kitaplara iman diyoruz. Hepsinin doğruluğuna inandığımız Zebur, Tevrat, İncil, Kur'an bu ilahi kitaplardandır ki, gönderildikten sonra içeriği insanlar tarafından değiştirilerek bozulan Zebur, Tevrat ve İncil'den sonra, son olarak gönderilen Kur'an değiştirilmeden ve bozulmadan, ilk nüshaları ve yeni versiyonları dahil, elimizde bulunmaktadır, içinde ne yazıyorsa hepsi Yaratıcı'nın kendi ifadeleridir, hepsi doğrudur, inananlara pusula gibi yön göstermeye devam etmektedir. 

Dolayısıyla, Kur'an bizim yaratılış amacımızı, görevlerimizi, sorumluluklarımızı, ulaşmamız gereken hedeflerimizi, tüm zamanlarda yaşayan bütün insanlara uygun bir dille anlatırken, tüm insanlığa rehber olarak gönderilen son peygamber olan Hz.Muhammet ise  ömrü boyunca Kuran'a uygun yaşayarak, bizlere uygulama detaylarını göstermiş ve bu davranışlar benim sünnetimdir yani tavsiyelerimdir, dolayısıyla Kuran'dan ve sünnetimden ayrılmayın diyerek, bizlere yön göstermiştir. 

Tarikatlara, cemaatlere gelince, Kuran'ın ve Hz.Peygamberin ortaya koyduğu amaçlara, beklentilere ve hedeflere en kısa yoldan en kolay şekilde ulaşabilecek yollar sadece bir tane olmayabilir, aynı hedefe giden birden çok fazla sayıda yol bulunabilir, her bir yol, bazı özel şartlarda daha avantajlı durumda olabilir yaklaşımıyla, tamamen iyi niyetli ve faydalı olmak amacıyla ortaya konmuş olan farklı yollardır, ekollerdir, tarzlardır tarikatlar ve cemaatler. Yaklaşık 1400 yıldır ortaya konup uygulanan bu tarzlardan hangileri günümüz şartlarında daha avantajlı ve hangileri daha az zararlıdır, bunlar tartışılabilir, duruma göre de değişebilir, kişiye ve fıtrata göre de değişebilir, kimisi yaşayan bir dini rehbere gidip ona uyma eğilimindeyken, kimisinin fıtratı daha özgürlükçü olabilir, o dini rehberin de insani kusur ve hatalardan uzak olmadığını, halbuki ona intisap etmenin bu insani kusurları da kabullenme riskini barındırabileğini gerekçe gösterip böyle bir yolu tercih etmeyebilir. 

Dini ayrılıklar konusuna gelince, Kur'an ve sünnete uygun olduğu sürece (ki buna Nas'a uygun olma deniyor), doğru hedeflere gitmeyi amaçlayan bütün yollar, naslara uygun olduğu sürece, kendi doğru bildikleri yolda gidebilirler, ama birbirlerini reddetmemeli, engellememeli, birbirlerine karşı olumsuz davranış içine girmemeliler. Benden başka doğru yok, benim haricimdeki herkes yanlış yoldadır, diyerek, kendisi haricindekileri reddetme hastalığına ise, en genel anlamda, haricilik anlayışı denebilir. Hangi mehzep, tarikat, cemaat olursa olsun eğer, naslara uygun oldukları halde benim haricimde kim varsa yanlış yoldadır diyorsa, vahdeti yani birliği bozuyorsa haricilik hastalığından etkilenmiş demektir, kafanıza fazla takmayın. 

E.T.
------