Cumartesi, Aralık 04, 2004

Sabırdan Şükre

Varlık ya da yokluk içinde olmak... İlk bakışta birbirine pek uzak iki hâl... Çünkü birinde açlık, zahmet ve hüzün; diğerinde tokluk, rahat ve huzur... Bu yanda sığınılan soğuk ve bomboş bir oda, ne vakittir kaynamayan bir tencere, kış boyu sarınılan incecik bir ceket; öte yanda özenle döşenmiş bir ev, sıcacık bir kâse çorba ve camdan seyredilen kar manzarası... Burada ya yetimlik, ya öksüzlük, ama illâ ki biraz erken büyümüş, hayatın derdi bir yerinden omuzlara yüklenmiş çocukluk; orada eş, dost, yâr, yâran... Bu tarafta isteyememenin acısı, istemenin utancı; o tarafta verme vazifesi, paylaşma çabası... Sanki iki ayrı uç... Kıtlık ya da bolluk... Virâne ya da kâşâne... Gözyaşı ya da gülümseyiş...

Oysa ki, hayat baştan sona bir imtihanken ve dahi elde olan sabır, kanaat, şükür ve paylaşma duyguları ise ebedi mutluluğa, diğer türlü, isyan, şikayet, nankörlük ve cimrilik ise ebedi hüsrana giderken şu soruyu çözmek öyle kolay değil: İnsan bu varlık ya da yokluk içinde olma hâllerini sabırdan şükre uzanan iki uzak uç mu bilmeli yoksa sabırdan şükre kavuşan tek bir nokta mı?

Ya bir de, sonuçları itibarıyla değerlendirmeyi bir kenara bırakıp, önce en başa dönsek ve ancak insanoğullarını birbirine nisbet ederek tanımlayabildiğimiz ve ilk bakışta pek ayrı gördüğümüz o zenginlik ve fakirlik hâllerine baksak. Bir anlasak; zengin kim, zenginlik ne; fakir kim, fakirlik ne?

"İşte sizler, Allah yolunda sarf etmeye çağırılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor ama, cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz." (47:38)