Cuma, Aralık 24, 2004

Salât: Eşsiz Yöneliş

Hac zamanı Kâbe'ye bakarak bir Cuma namazında olduğunuzu hayal edin. En büyük davete uyarak bu mübarek yere gelmişsiniz ve bu en önemli vakitte milyonlarca kişi ile aynı anda, aynı namazda dua ediyorsunuz. Güneş tepede, ama yaktığını duymuyorsunuz bile.

Duanızda ne istersiniz? İşte hepimizin ortak istekleri:
* ihdines-sirâtal-mustaqîm
* allâhumme salli 'alâ muhammed
* rabbenâ âtinâ fid-dunyâ hasene, vefil-âhireti hasene

Ya da gece herkesin uykuda olduğu bir sırada, karanlık ve soğuk bir odada, yalnız meleklerin gördüğü özel bir namazda ne istersiniz? Gene aynı şeyler: ihdinâ, salli ve âtinâ kelimelerinde özetlenen üç arzu. Hidayet ve iyilik anlaşılır, somut şeyler de, salli ne demek?

Ayrıca, bu kelimenin değişik anlamlarını Ahzab Suresi'nin 56. ve 43. ayetlerinde okuyoruz:

innallâhe vemelâiketehû yusallûne 'alennebî
Allah ve melekleri nebi için "salât ederler"

huvellezî yusallî 'aleykum vemelâiketuhû
O (Allah) ve melekleri sizin için "salât eder"

Salât, fiilin sahibi ve muhatabı açısından üç farklı durumu kapsayan müstesna bir kelime.

İlk anlamıyla, kulların Rab'lerine yönelişlerinin bir ifadesi olan "namaz". O salât ki, başlangıcında tekbir, sonrasında hamd, dua ve kıyamda yakınlık, rukûda tevazu, secdede mahviyetin dile gelmiş hâlleri olan tesbihler ile gözümüzün nuru. Bu ilk anlam li edatı ile belirtiliyor, fesalli lirabbike cümlesindeki gibi: "Rabbine (yönelip) namaz kıl".

"Salât" için ikinci anlam, diğer kulların Allah'ın kulu ve elçisi olan Hz. Muhammed (salat ve selam ona olsun) için bir duası olan "salâvat". Bu anlam 'alâ edatı ile belirtiliyor, biz kullar o müstesna kul için Rabb'imizden istiyoruz.

Üçüncü anlam ise kullarının kendisine yönelişlerini rahmet ve bağışlama olarak karşılayan Cenab-ı Hakk'ın lütfu cümlesinden oluyor ki, bu yönelişin muhatabı Ahzab Suresi 56. ayette Rasul-u Ekrem, 43. ayette ise tüm müminler olmuş. Hamdolsun...

Salâ, Ezân ve Kâmet
Çok yerde Cuma vaktinin yaklaştığı "salâ vererek" duyurulur:
es-salâtu ves-selâmu 'aleyke yâ rasûlallâh
es-salâtu ves-selâmu 'aleyke yâ emîne vahyillâh
es-salâtu ves-selâmu 'aleyke yâ seyyidel-evvelîne vel-âhirîn

Bu sözler hem selam hem de dua. O kadar önemli ki, aramızdan ayrılanları duyurmanın da etkin bir yolu olmuş. Heyecanla "salâ kimin için veriliyor?" dedirtiyor.

Daha sonra vakit girince hayyâ 'ales-salâ(ti) nidaları bu sefer namaz anlamındaki salâta çağıracak. Yani tekbir, tesbih, hamd ve duaya. Nihayet müezzinin qad qâmetis-salâ(tu) duyurusu ile salât başlayacak.

Tesbîh ve Duâ
subhânekallâhumme
subhâne rabbiyel-'azîm
subhâne rabbiyel-a'lâ

Hepsi aynı anlamda, sadece tesbihin uygulandığı kelime değişiyor. Birincide, namazın ilk cümlesinde, bir yakınlık var, Rabbime "Sen" diyorum. Sonra rukûda tevazu öne çıkıyor, Rabbimin büyüklüğü karşısında eğiliyorum. Secdede ise mahviyet var, her şey O'nun önünde yok oluyor.

Namazdaki dualarımız ise şu üç temel üstünde yükseliyor: O'ndan hidayet istiyoruz. Hem "burada", hem "orada" iyilik istiyoruz. Bir de dönüp, Rasulullah için Allah Teâlâ'ya salli diye yalvararak Allâhumme salli 'alâ muhammed, salâtımız içine "salât"ın ikinci anlamını da taşımış oluyoruz.

Tahiyyât ve Selâm
Ulu Zat'ı ziyarete evine gitmişiz, ya da evimizin en temiz köşesinde oraya doğru dönmüşüz. Önce ayakta O'nun bize öğrettiği "gizlenmiş inci" misali ayetlerden okuyoruz. Sonra tevazu ve mahviyet duyguları ile O'nun önünde eğilip yere kapanıyoruz. En sonunda oturup arz-ı hâl ediyor, bir şeyler istiyoruz.

et-tahiyyâtu lillâhi ves-salavâtu vet-tayyibât
Bütün tahiyyât, salavât, tayyibât Allah'ın

es-selâmu 'aleyke yâ eyyuhen-nebiyyu verahmetullâhi veberekâtuh
Selam sana, Allah'ın rahmet ve bereketi sana ey nebî

es-selâmu 'aleynâ ve'alâ 'ibâdillahis-sâlihîn
Selam hepimize ve (diğer) salih kullara

Bu mübarek kelimelerle söze girip, iman belirten şehadeti tekrarladıktan sonra, yukarıda belirtilen asıl isteğimizi dile getiriyoruz. Otururken ve secdede yapılacak duanın sınırı yok. Nihayet, sağa ve sola dua niyetiyle selam vererek bu ibadeti tamamlıyoruz.

Namazımız... Namazımız ve hayatımız içindeki salavâtımız... Ve Rabbimizin, huzuruna duran kullarını kabul edişteki sonsuz rahmeti, ikramı, ihsanı ve yüceliği... Sanki içiçe geçmiş daireler, karşılıklı yönelişler ve tek bir kelime: Salât... Bizâtihi bu kelime Allah-u Teâlâ'nın bize bir lütfu olsa gerek.

inne salâtî venusukî vemahyâye vememâtî lillâhi rabbil-'âlemîn
Namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi Allah'ındır

Salı, Aralık 21, 2004

Kış günleri başladı

En soğuk günler henüz gelmediyse de, en uzun geceleri yaşıyoruz. Biraz gecikme ile, bir hazan şiirini hatırlayalım:

EYLÜL SONU

Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa,
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor,
Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.

Yahya Kemal Beyatlı

Kasım
Şair dört seviyeli hüznünü güzel dile getirmiş. Öncelikle, günün bitişine, akşam oluşuna üzülüyor. Sonra, yazın tükenmesinden hüzünlü, ağlıyor gibi. Ama üçüncü ve esas kaygı, açıkça söylemiş: Ömrün sonu.

Vezni bozmadan, bu üç hüznü ifadeye çalışsak:

Akrep acıyla dönmese, hiç akşam olmasa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...
Yıllar çabukça geçmese, ömrüm tükenmese...

Aslında satırlar arasında bir dördüncü hüzün daha gizli: Dünyanın da sonu geliyor... Ve elbette hesap var. Şair adeta şunu da diyor:

Asla kıyamet olmasa, mîzân kurulmasa...

Yalnız, şurası hakikat ki, akrep dönecek, yazlar bitecek, yıllar geçecek ve kıyamet olacak.

Bu anlayışla o şaheser beytin iki kelimesini değiştirdim:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lâkin hesap düşüncesinin ıztırâbı zor.

Cuma, Aralık 17, 2004

Rüzgarın Savurduğu

Rasulullah (salat ve selam ona) Kehf suresine çok önem vermiş.
Bu surede birbiriyle ilişkisi çok açık olmayan dört hikaye var:
1. Ashâbul-kehfi ver-raqîm
2. Bahçe sahibi ve arkadaşı
3. Hz Musa, arkadaşı ve hocası
4. Zülkarneyn

Hikayelerin arasına hikmetli sözler ve kıyamet gününe ait haberler
serpiştirilmiş. Bu hikmetlerin belki de en önemlisi dünya hayatını
anlatıyor:

vadrib lehum meselel-hayâtid-dunyâ
Onlara dünya hayatının misalini anlat
kemâin enzelnâhu mines-semâi
Gökten indirdiğimiz su gibi
fahtalata bihî nebâtul-ardi
Onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışır
feasbaha heşîmen tezrûhur-riyâh
Rüzgarın savurduğu çöp kırıntısına döner
vekânallâhu 'alâ kulli şey-in muqtedirâ
Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahiptir

Ah dünya hayatı! Uğraşır bir ev yaparsınız, deprem alır götürür.
Çabalar bir iş kurarsınız, bir yanlış karar iflas ettirir. Didinir
bir çocuk yetiştirirsiniz, bir serserinin çarptığı araba ile yılların
emeği yok olur. Bir devlet kurarsınız, barbar güçler her şeyi
darmadağın eder. Her biri "rüzgarın savurduğu çöp kırıntısı" olur
gider.

O zaman, uğraşmıyalım, didinmeyelim, çaba sarfetmiyelim?
Bundan sonra gelen ayet kalıcı olanı en beliğ şekilde söylüyor:

el-mâlu vel-benûne zînetul-hayâtid-dunyâ
Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsüdür
vel-bâqiyâtus-sâlihâtu hayrun
Baki kalan yararlı işler daha hayırlıdır
'inde rabbike sevâben vehayrun emelâ
Rabbinin katında, sevab olarak da emel olarak da

Yani, amelin kendisi kalıcı, sonuçları değil! Sonuçlara bakıp da
aldanmıyalım, o çabaların bize ne kazandırdığı önemli olan.

Çarşamba, Aralık 15, 2004

Nasıl Vermeli?

Vermeli ama nasıl? İnciterek, başa kakarak, gösteriş yaparak vermek "vermek" midir? Ya da, insanın kendisinin beğenmediği, gönül rızası ile değil ancak gözünü kapatıp alabileceği kötü şeylerden vererek "vermek"? Veyahut, sarfettiklerinin o maldaki muhtacın hakkı olduğunu gözardı edip, kendisinin bir lütufta bulunduğunu zannederek, karşılığında verilen insanın izzetini ayaklar altına alarak "vermek"? Gaflet ve kibirle, kendisinin sadece bir vesile olduğunu unutup, yarın belki de alan el ile veren elin yer değiştirebileceğini düşünmeyerek "vermek"?

Belki görünürde hepsi birşeyler vermektir ama hakikatte asla... Vermek ancak Yaratıcı'sına karşı sorumluluk duygusuna sahip, Rabb'inin huzuruna bir gün döneceğini bilen insanın işidir. Çünkü onun verirken yüreği titrer.

Hayatta çoğu kez, ne yapıldığı kadar, onun nasıl yapıldığı da mühim olur. Hatta bir bakmışız, bazen yapılan boşa çıkmış çünkü "nasıl yapıldığı" öne geçmiş. Nihayetinde, lokmaları boğaza dizmeye bir acı söz yeter de artar. Sonrasında diyet parası başa kakılacaksa eğer, kol kesilir ve atılır. Şairin,
"İlticâ etmeyesin nâmerde
Keşf-i hâl etmeyesin bîderde"
dediği kadar vardır.

Kerim Kitab'ımız ise bize sadece ne yapmamız gerektiğini söylemez, aynı zamanda onu nasıl yapmamız gerektiğini de vurgular. Hayatı Kur'an olan Elçi'den itibaren o kervanın seçkin yolcuları da bunu en güzel şekliyle hayatlarına geçirirler. Hassas bir kalp ve dikkatli bir göz baksa, Allah yoluna sarfedişlerde nice incelikler bulacaktır. Kimi veren, elini alttan uzatır. Çünkü istemez ki, karşıya en ufak bir yük olsun. Kimi yoksulun kapısına koyar da sonra sessizce ve kendini belli etmeden çeker gider. Kimseler bilmez, alan kim, veren kim? Elbette ki, gösteriş ve övünme vesilesi olarak değil, ancak bir teşvik ve vazife bilinciyle veriliyorsa, açıktan vermek de güzeldir ama gizliden vermek daha güzeldir. Çünkü,
Sadakaları açıkça verirseniz o ne güzel! Eğer onları yoksullara gizlice verirseniz sizin için daha iyidir. Allah onları kötülüklerinizden bir kısmına karşı tutar. Allah işlediklerinizden haberdardır. (2:271)
Sonra kimi kültürlerde verilecekler iki elle sunulur ki, tamamıyla ve kıymet vererek karşıdakine yönelindiği belli olsun. Kimi kültürler vardır, sadaka taşı diye şaşılacak bir metod bulmuşlardır, yıllar sonra gelen torunları bunu ancak iç geçirerek anarlar.

Hem "alan el" ile "veren el"in aslında hiç de uzak olmadığını bildikten sonra insan, kalbini ve eylemlerini hep istikamet üzere çekmeye çabalamasın da ne yapsın:
"Değme bir hor-ı hakîre hor deyu kılma nazar
Kalbinin bir gûşesinde arş-ı Rahmân gizlidir"
Gösteriş için, inciterek ve başa kakarak verip de verdiklerini boşa çıkaranların halini ise yine en iyi Kitap tasvir eder. Bu şekilde mal sarfedenin durumu,
... üzerinde biraz toprak bulunan şu kayaya benzer ki, ona şiddetli bir sağanak isabet edince onu düz (çıplak) bir kaya halinde bırakır. Kazandıklarından bir şey elde edemezler. Zira Allah kafirler/nankörler topluluğunu doğru yola eriştirmez. (2:264)
Buna mukabil, Allah'ın rızasını istemek ve içlerindeki imanlarını kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu acaba nasıldır?
... yüksek bir tepede bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, veya bol yağmur değmese bile, aynı ürünü vermek için çisentinin bile yettiği bir bahçenin durumu gibidir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (2:265)
Son olarak, şu geçici dünya hayatında vermeyenler, verirken yüreği titremeyenler iyi bilmelidir ki, içlerin dış olacağı o son saat pek yakındır.
  • Sevdiğimiz şeylerden vermeye dair bkz. (2:267, 3:92)
  • Rab'lerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri titreyerek verenlere dair bkz.(23:60-61)
  • Kol kestiren diyet parası Ömer Seyfettin'in dilinden hoş bir hikayede geçer: "Diyet".
  • Gizli ve açık olarak vermeye dair bkz. (14:31, 2:274, 35:29, 13:22)
  • "Arş-ı rahman gizlidir" diye biten beyit İsmail Mâşukî'nindir.
  • Gösteriş olsun diye mallarını sarfedenlere dair bkz. (4:38)

Salı, Aralık 14, 2004

Görülen ve Ardındaki

Görülen nedir? Bazen bir lokma ekmeğe muhtaç kalmış, bazen çöpleri karıştırır hale düşmüş, bazen evladının tedavisi için eldeki son para edecek eşyasını satmış, bazen masraflar çoğaldı diye çocuğunu okuldan almış, bazen hastalanmış da ilacını alacak para bulamamış, bazen yaşlanmış da zayıf ve kimsesiz düşmüş, bazen evi yanmış, açıkta kalmış, bazen ciğeri yanmış, ocağı sönmüş garipler... Bugün için iyi durumda olsa bile, gün dönüp de yarın oldu mu kimselerin düşmeyeceğini garanti edemediği insanlık hâlleri...
Sana kimlere ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İnfak edeceğiniz mal; ana-baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Siz her ne hayır işlerseniz, şüphesiz, Allah onu hakkıyla bilir." (2:215)
Sonra, yerine sarfedildiği vakit yüzlerde doğan tebessümler, dağılan kara bulutlar, belki sevinç gözyaşları... Asla karşılığında beklenmese dahi, illâ ki alınan hayır duaları, duyulan teşekkür ifadeleri... Hele de uzatılan el, başkalarından birşey isteyemeyecek derecede iffetli bir kimseye ise...
(Sadakalar,) kendilerini Allah yolunda (ilim ve hizmete) adamış olan ve yeryüzünde dolaşıp kazanamayan fakirler içindir ki, iffetleri (utanıp istememeleri) sebebiyle, gerçek hallerini bilmeyen, onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın; onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan (bir şey) istemezler. (2:273)
Peki ya, hemen ilk anda görülmeyen nedir?

Kitap'da, verilen zekât ve sadakaların insanın kazancını temizlediği buyrulur. Hem o mallarda yoksul için de bir hak vardır. Zaten Hak yolunda hayır namına ne verilse, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilen, değil midir?

İşi daha da ilginçleştiren, verirken malların asla azalmadığı, bilakis arttığı hakikatidir. Kitap'taki o eşsiz ifadelerle, mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu,
... yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek tohum tanesinin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah rahmet ve ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir. (2:261)

Kimbilir belki, bizden bütün mallarımızı değil, yalnız zekât ve sadaka olarak bir kısmını isteyen Rabbimiz, dünya hayatında da iman edip, emirlerine uygun yaşayan ve O'na karşı gelmekten sakınanları bir de böyle mükafatlandırıyordur. İnsanı vermekle fakirliğe düşeceğinden korkutarak vermekten caydıran ancak şeytandır. Belki budanan ağaçların baharda yepyeni ve canlı sürgünler vermesi gibi bu sarfedişler nice bolluklar ve bereketlerle dönecektir de, insanoğlu bunu görmez, cimrileştikçe cimrileşir. Halbuki kullarından dilediğine rızkı yayan, genişleten ya da kısan ancak O'dur.
Siz hayır için neyi harcarsanız, Allah onun yerine başka daha iyisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır. (34:39)
Tüm bu harcayışlar adeta bu dünyadan öteye insanın kendi hesabına gönderdikleridir. Hz. Ayşe (RA)'nin, kestikleri kurbanın hemen hepsini verdiklerini yalnızca az bir kısmının yanlarına kaldığını söyleyen yardımcısına cevabı bu gerçekleri bilince aslında nasıl da anlaşılır olur: "Demek, o kısmı hariç hepsi bizim yanımıza kalmış!" Çünkü buradayken yapıp ettiklerimizle önden gönderdiklerimizden başkası o son saatte bizi karşılayacak değildir.

Son olarak, "görülen" ve "görülmeyen"e bakarken, şunu da hatırdan hiç çıkarmamalıdır:
De ki: "İstediğinizi işleyin; Allah, peygamberi ve müminler işlediklerinizi görecektir. Hepiniz, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size, işlediklerinizi bildirecektir." (9:105)

  • Verilenlerin insanın kazancını temizleyişine dair bkz. (9:103)
  • Mallarda yoksul için de bir hak olduğuna dair bkz. (51:19)
  • Allah'ın hayır namına verilenleri değerlendirişine dair bkz. (2:273)
  • Vermekle malların azalmadığı, bilakis arttığına dair bkz. (30:39)
  • Şeytanın fakirlik korkusuyla insanı vermekten caydırmasına dair bkz. (2: 268)
  • Önden ne gönderirsek, Allah katında onu bulacağımıza dair bkz. (2: 110)

Cuma, Aralık 10, 2004

Enbiyanın Duası

Enbiya, bu mübarek, çilekeş insanlar... Geçen mektupta bazılarının feryadlarını dinlemiştik. Şimdi de sessiz, fısıltılı dualarına kulak verelim. Galiba onların çektiği çilenin amacı yalnızca bu sözleri söyletmekti. Ya bizim?

Doğrusu İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimsedir. Allah'a boyun eğmiş ve O'na yönelmiş bir önderdir. Rabbi ona "Teslim ol" buyurduğunda, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum" demiştir. Hem de ne teslim oluş... İlk sınanması ateşle olur. İmtihanı en iyi şekilde verir, zaten Rabbimiz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol!" diye buyurmuştur. Sonra bir vakit gelir "Rabbim! Bana iyilerden olacak bir çocuk ver" diye yalvarır da, Rabbi ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeler. İmtihanlar bitmez... Çocuğun "Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap, Allah dilerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin" dediği, babanın da tereddütsüz emri yerine getirmeye çabaladığı sınavdan her ikisi de mükâfatlandırılmış olarak çıkarlar. İbrahim'e selam olsun...

rabbic'alnî muqîmessalâtî vemin zurriyyetî
-- Hz İbrahim
14:39-41. Kocamışken, bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları işitendir. Rabbim, beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesap görülecek günde, beni, anamı, babamı ve inananları bağışla.

Yakub, yüreği yanan ama acısını hep içinde saklayan, üzüntüsünden gözlerine ak düşen, o derin yalnızlığı ve hüznüyle ancak Rabbine yönelen sessiz ve mazlum bir nebidir. Her daim güzelce sabredenlerdendir. Çevresinde kimseler onu anlamaz. Hatta onu kınarlar, "Yusuf'u anıp durman seni bitkin düşürecek veya helâk olacaksın" derler. En güzel cevabı yine o verir.

innemâ eşkû bessî vehuznî ilallâh
-- Hz Yakûb
12:86. Ben derdimi ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah katından, sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi.

Yusuf... Hem sîreten, hem de sûreten güzel nebi... İlkin rüyasında on bir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görür. Görür ya, sevgili babasının korktuğu da başına gelir: Tuzak kuracaklar hesaplarında hiç gecikmezler. Önce kuyuya atılır. Derken ucuz bir fiyata satılır. Sonra o iffetli, hikmet ve bilgi sahibi nebi günah işlemekten Allah'a sığınır da zindanları tercih eder. Gün gelir, devran döner memleketin hazineleri emrine verilir. Kardeşlerine de yardım eder. Gördüğü rüyasının çıktığı anda ise ancak Rabbi'ne yönelir.

teveffenî muslimen veelhiqnî bissâlihîn
-- Hz Yusuf
12:101. Ey göklerin ve yerin yaradanı, dünya ve ahirette velim Sensin; canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat.

Bazen hayatta işler pek zorlaşır. Düğümler üstüste atıldıkça atılır. İnsan bilemez, hâline bir çözüm var mıdır, yok mudur? Varsa, hani nerededir? An gelir artık neyi istemesinin kendine hayredeceğini bile şaşırır. Artık bildiği tek bir cümlesi kalmıştır. Musa'nın o zor gününde, bir ağaç altında, kırılmış gönlüyle Rabb'ine yakardığı kelimelerle secdeye kapanır.

innî limâ enzelte ileyye min hayrin faqîr
-- Hz Musa
28:24. ... Rabbim bana bahşedeceğin her hayra öylesine muhtacım ki...

Süleyman... Şükürde en önde gidenlerdendir. Bize dahi şükretmeyi "Doğrusu ben bu iyi malları, Rabbimi anmayı sağladıkları, için severim" deyip öğretendir. -Acaba hakkıyla öğrenenlerden olabiliyor muyuz?- Sonra, bir vakit Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplanır. Hep beraber giderlerken, karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca: "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin" der. Süleyman, onun sözüne hafifçe güler...

veedhilnî birahmetike fî 'ibâdikessâlihîn
-- Hz Süleyman
27:19. Süleyman, onun sözüne hafifçe güldü ve: "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" dedi.

Zekeriya, Rabbine korkarak ve umarak, gönülden saygı duyarak yalvarır. Çünkü kendisinden sonra yerine geçecek yakınlarının iyi hareket etmeyeceklerinden korkar. Allah'tan kendisine ve Yakup oğullarına mirasçı olsun diye katından bir oğul bağışlamasını diler ve onun razı olunmuş kullardan olmasını ister. Allah da ona Yahya isminde bir oğul müjdeler. Bu durum, karısı kısır ve kendisi de son derece kocamışken olur. Çünkü bu O'na kolaydır. Nitekim Zekeriya yokken daha önce onu yaratmamış mıdır? Bu dua üzerine doğan oğula doğduğu günde, öleceği günde ve dirileceği günde selam olsun.

velem ekun bidu'âike rabbi şaqiyyâ
-- Hz Zekeriya
19:4. "Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Sana yalvarmakla şimdiye kadar bedbaht olup bir şeyden mahrum kalmadım."

veselâmun ‘alel-murselîn
velhamdu lillâhi rabbil-‘âlemîn

Salı, Aralık 07, 2004

Enbiyanın Feryadı

Şu sınanma dünyasında insanoğlunun önüne imtihanlar peşpeşe dizilir durur. Zaten, iman edip, sabredici ve şükredici bir kul olmak öyle kolay mıdır? İyi ve erdemli insanların kavuşacağı sonsuz nimetler o kadar ucuz mudur? Hayır... Asla... İşte tam da bu yüzden, hakikati inkâra şartlananlar şu üç günlük dünyada belki günlerini gün ederler de, Allah'ın sevdiği kullarının sınavları zorlaştıkça zorlaşır. Hele elçilerinki, hep en çetini olagelmiştir. Onlar ki, en ağır, en zor, en taşınmaz sıkıntılara tutulurlar da, en yürek yakıcı anlarda belki bir an dayanamayıp feryad etseler bile, her seferinde yine O'na yönelir, yine O'na sığınırlar. 

İlk ebeveynimiz... Artık Cennet’i kaybetmişler ve dünyanın zorluklarını tadıyorlar: Açlık, sıcak, korku ve çıplaklık. Bütün bu maddi sıkıntıların üstüne ise kalplerinde derin bir pişmanlık... Bu hâldeyken Rabbenâ zalemnâ enfusenâ feryadı ile Arafat’ta buluşuyorlar. Tevbeleri kabul oluyor. Fakat Cennet’e dönüş öyle kolay değil. Önce burada sınav olacak. 
7:23. "Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz" dediler. 

İlk büyük nebi, Nuh... Henüz insanlık fazla yayılmamış ama bildiğimiz bütün kötülük türleri o zaman da var. Nebi gece-gündüz, gizli-açık insanları doğruluğa, iyiliğe, erdeme çok uzun yıllar boyu çağırıyor. Alay ve aşağılanmadan başka bir cevap alamıyor. Sabrının taştığı bir gün innî maglûb, fentasir diyor, “yeryüzünde bir tek kâfir bırakma!” bedduasını ekliyor. Duası kabul oluyor. Fakat sünnetullah değişmez. Kendi neslinden aynı kötülüğün devam edeceğini bilseydi bunu ister miydi? 
54:10. "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı. 
71:26. Nuh: "Rabbim! Yeryüzünde hiçbir inkarcı bırakma." 

Nebiler görevlidir, izinsiz görevi bırakamazlar. Bir anlık gaflet sonucu gece, deniz ve balık gibi üç büyük düşmanın eline düşünce Yûnus, ilk atalarının sözü ile yalvarıyor: innî kuntu minezzâlimîn.
21:87. … karanlıklar içinde: "Senden başka tanrı yoktur, subhâneke, doğrusu ben zâlimlerdenim" diye seslenmişti. 

Güçlü, celâlli bir nebi... Rabbi ile konuşma mertebesine erişmiş. Bununla yetinmiyor, dünyada mümkün olmayan bir şey istiyor, seneler sonra isyancı kavminin iman etmek için değil, yalnız alay etmek maksadıyla aynı isteği tekrarlayacaklarını bilmeden... Arzusunun yakışıksız olduğunu öğrenince hemen tevbe ediyor: Subhâneke tubtu ileyk!
7:143. Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: "Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım" dedi. Allah: "Sen Beni göremeyeceksin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin" buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü; ayılınca: "Subhâneke, Sana döndüm, ben inananların ilkiyim" dedi. 

Mekke’deki görev tamamlanmış, dünya ölçüleri ile başarısız görünen on üç seneden sonra... İki arkadaş görünüşte kaçıyorlar, hakikatte hicret ediyorlar, görevin yeri ve niteliği tamamen değişecek artık. Küçük bir mağarada gizlenmişler. Düşmanlar hemen dışarıda, yok etmekten başka bir amaçları da yok. Bu durumda iken Efendimiz, lâ tahzen, innallâhe ma'anâ unutulmaz sözleri ile arkadaşını teskin ediyor. 
9:40. Ona yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşına "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. 



veselâmun ‘alel-murselîn 
velhamdu lillâhi rabbil-‘âlemîn

Pazar, Aralık 05, 2004

İnsan Olmak

Hayat belki de ancak yiyen, içen, uyuyan, dünyaya yeni nesiller getiren bir "beşer"den; işe kendini tanımakla başlayıp, hakikatin peşine düşen ve varoluş bilincine sahip bir "insan"a giden yolculuk kadardır. Değilse, neden insan yanıbaşında düşüp, ağlayan bir çocuğu kaldırmadan geçemez? Neden şahit olduğu bir haksızlığa kalbiyle olsun karşı çıkmadan duramaz? Neden "adam aldırma da geç git" diyemez, aldırır?

Çünkü her bir birey sadece canlılığını sürdürecek melekelerle donanıp bu dünyaya doğmuş değildir. Eğer üzerini örtmez ise, içinde bulabileceği temiz bir vicdanı da vardır. Kimbilir belki de bu, insana Allah'ın ruhundan üflediğinden bir cüzdür. Umulur ki, taştan daha da katı kesilmemiş bir kalbe sahip herkes, gün gelir şu geçici hayatta esas olanın -belki olmayı hakkıyla başaramasa bile- "iyi ve erdemli olmak" olduğunu sezer.

İyi ve erdemli olmak ise yalnızca yüzlerimizi doğu ve batı tarafına çevirmemiz değildir. İyi ve erdemli kişinin vasıflarından bazıları malını, sevgisine rağmen ve Allah rızası için akrabaya, yetimlere, yoksullara ve yolda, sokakta kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altında bulunanlara kurtulmaları için veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, ahitleştiği zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda ve hastalıkta sabredendir.

Fakirlik hâli bile o kimseleri Allah rızası için vermekten geri bıraktıramaz. Sahi, kanaatkâr ve zengin bir gönlü şu dünyada hangi zindan hapseder de yardım etmekten alıkoyabilir? Hangi güç bir içten bakış, bir sıcak gülümseyişle olsun, onu bir kardeşine destekten alıkoyabilir? İyi ve erdemli kişiler samimiyetle ve durmaksızın bollukta ve darlıkta Allah rızası için sarfetmeye devam ederler. Belki de yardım ettiklerinin kendilerinden gayrısı olmadığını sezmişlerdir de, ondan artık hiçbir maddi yoksunluk önlerine set çekemiyordur. Şu durum tecrübelerle anlaşılacak insanî bir özellik olsa gerektir; misâl, kişi kalbinde uyanan azıcık bir tevazu duygusundan gider küçük bir saygı davranışı sergiler de, sonra o ufacık jesti, kalbine kat-be-kat artmış bir tevazu duygusu olup, geri döner. Ya da, insan içinde biraz merhamet hissi duyar, belki yaptığı işin tam bilincinde olur ya da olmaz, gider bir yetim çocuğun başını okşar da, bir de bakar ki o hissi kalbine dönüp, çağlayan olmuş. Belki de O'nun yolunda ve O'nun için sarfedenlerin Rabb'leri katında alacağı mükafatlardan ilki ve en peşini kalbe artarak dönen merhamet ve cömertlik duygularıdır. Onlar bilirler ki, bollukta ya da darlıkta Allah için sarfederken aslında el uzattıklarının ilki, ne güzel ki, yine kendi yürekleridir.

Hem mülk de zaten O'nun değil midir? Dünyada belki bir yolcunun bir ağaç altında gölgelenip de durduğundan fazla kalmayan bizler, ne oluyor da Allah yolunda harcamıyoruz? Halbuki göklerin ve yerin bütün mîrası Allah'ın değil midir? Her şey, asıl sahibi olan Allah'a kalmayacak mıdır?

  • Allah'ın ruhundan insana üflemesi konusunda bkz. (15:28-29)
  • Katılaşmış kalpler için bkz. (2:74)
  • İyi ve erdemli insanların vasıfları için bkz. (2:177)
  • Bollukta ve darlıkta verenler için bkz. (3:134)
  • Verenlerin Rabbimizin katında mükafatlandırılacaklarına ilişkin bkz. (2:262,270)
  • Mülk, ancak Allah'ın olduğu halde insanın durumuna ilişkin bkz. (57:10)

  • Cumartesi, Aralık 04, 2004

    Sabırdan Şükre

    Varlık ya da yokluk içinde olmak... İlk bakışta birbirine pek uzak iki hâl... Çünkü birinde açlık, zahmet ve hüzün; diğerinde tokluk, rahat ve huzur... Bu yanda sığınılan soğuk ve bomboş bir oda, ne vakittir kaynamayan bir tencere, kış boyu sarınılan incecik bir ceket; öte yanda özenle döşenmiş bir ev, sıcacık bir kâse çorba ve camdan seyredilen kar manzarası... Burada ya yetimlik, ya öksüzlük, ama illâ ki biraz erken büyümüş, hayatın derdi bir yerinden omuzlara yüklenmiş çocukluk; orada eş, dost, yâr, yâran... Bu tarafta isteyememenin acısı, istemenin utancı; o tarafta verme vazifesi, paylaşma çabası... Sanki iki ayrı uç... Kıtlık ya da bolluk... Virâne ya da kâşâne... Gözyaşı ya da gülümseyiş...

    Oysa ki, hayat baştan sona bir imtihanken ve dahi elde olan sabır, kanaat, şükür ve paylaşma duyguları ise ebedi mutluluğa, diğer türlü, isyan, şikayet, nankörlük ve cimrilik ise ebedi hüsrana giderken şu soruyu çözmek öyle kolay değil: İnsan bu varlık ya da yokluk içinde olma hâllerini sabırdan şükre uzanan iki uzak uç mu bilmeli yoksa sabırdan şükre kavuşan tek bir nokta mı?

    Ya bir de, sonuçları itibarıyla değerlendirmeyi bir kenara bırakıp, önce en başa dönsek ve ancak insanoğullarını birbirine nisbet ederek tanımlayabildiğimiz ve ilk bakışta pek ayrı gördüğümüz o zenginlik ve fakirlik hâllerine baksak. Bir anlasak; zengin kim, zenginlik ne; fakir kim, fakirlik ne?

    "İşte sizler, Allah yolunda sarf etmeye çağırılan kimselersiniz. Kiminiz cimrilik yapıyor ama, cimrilik yapan bilsin ki, ancak kendine karşı cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz." (47:38)


    Çarşamba, Aralık 01, 2004

    Karneler Sınavdan Sonra

    Bu dünya sınav yeri. Karneler başka bir yerde verilecek ve burada hiç kimse not verme makamında değil. Nereye gittiği belli olan, karnesi bu dünyada verilmiş çok az kişi var. Nemrut ve Ebû Leheb gibiler bir yanda, nebiler ve aşere-i mübeşşere diğer yanda. Zalim ya da şehit olduğunu düşündüklerimiz bile niyetlerine göre yeniden değerlendirilecek. Üstelik niyetler yazılmıyor, meleklerin bile bilgisi dışında.

    Şu ayetler çok açık değil mi?

    2:62 ve 5:69. Doğrusu inananlar, yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.

    2:111-2. "Yahudi veya hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek" dediler; bu onların kuruntularıdır. De ki: "Sözünüz doğru ise delillerinizi getirin". Hayır, öyle değil; iyilik yaparak kendini Allah'a veren kimsenin ecri Rabbi'nin katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.

    3:113-4. Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.

    3:75. Kitap ehli arasında kantarla emanet bıraksan onu sana ödeyen ve bir lira emanet etsen, tepesine dikilmedikçe onu sana ödemeyen vardır. Bu, onların: "Kitapsızlara karşı üzerimize bir sorumluluk yoktur" demelerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler.

    5:82. İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan yahudileri ve (Allah'a) eş koşanları bulursun. Onlardan, inananlara sevgice en yakın"Biz hıristiyanız" diyenleri bulursun. Bu, onların içinde bilginler ve rahipler bulunmasından ve büyüklük taslamamalarındandır.

    Öte yandan, elbette "Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur (5:73), fakat onlara bile müşrik denmiyor yüce Kitapta. Üstelik, onların hesabı da, büyük bir Nebinin henüz söylenmemiş sözüne göre, henüz kesin değil:

    5:118. "Onlara azap edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır; onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin."

    Evet, dünya ilginç bir yer, ama Hesap Günü çok daha ilginç olacak. İçimizdeki bunca merak, bunca intikam duygusu sebepsiz olamaz. Rabbimiz bizi o gün rezil etmesin, yardımsız bırakmasın.